Risâle-i Nûr Sâdeleştirilemez!

Loading

RİSALE-İ NÛR’UN SADELEŞTİRİLMESİ MES’ELESİ

Sûal : Risale-i Nûr anlaşılmıyor, dili ağır geliyor ve bu yüzden gençler istifade edemiyor diye günümüz Türkçesi ile sadeleştirilmesi lâzım diyenlere karşı cevaben ne diyeceğiz?

Üzerinde çok konuşulduğu ve çok şeyler yazıldığı halde, mes’elenin tam anlaşılmadığını ve hâlen bu hususta çok kişilerin zihninde ciddi eksikliklerin bulunduğunu ve izâhata çok ihtiyaç olduğunu anlıyoruz. Bizde, yazılanların ve söylenenlerin herkese tam ulaşamadığını ve hayat-ı içtimaiyye içinde çokların verilmiş cevaplardan bîhaber olduğunu ve buna mukâbil bu sûallerin bize de tevcih edilmesine karşı, bir cevap yazmak lâzım geldiğini düşünerek, bir vazife şuuru ve ciddiyeti içinde bu yazıyı kaleme aldık. Cenâb-ı Hakk’dan (c.c.) hüsn-ü kabûl ve tevfîk ihsan etmesini niyaz ederiz.

Risale-i Nûr külliyatı öyle bir eserdir ki; müellifi Bedîüzzaman Hz.’lerinin 1960 yılında vefatı ile birlikte, 1990 lı yıllara kadar bitmek bilmeyen tarassudlar, takipler ve mahkemeler altında ve medyanın da daimi bir sûrette aleyhinde yazıp çizerek yaptığı sû-i te’sirlere rağmen, yaklaşık yarım asır içinde, bu kısa zamandaki fütûhatı ve intişârı, şimdilerde ise (2012 Mayıs itibariyle) yaklaşık yüzdoksan ülkede elli dile çevrilmiş olması ve dünyanın bütün kıtalarına, ülkelerine, şehirlerine kadar nüfûz etmesi, bir diğer ifâde ile küre-i arz’ı avucunun içine almaya başlaması gösteriyor ki; bu eser asla ve asla diğer eserler gibi değildir. Bu derece kabûlü ve okuyanlarının milyonları aşması bir delildir ki; Risale-i Nûr’un lisânı, dili, kelimeleri inkişâfına bir perde veya mâni değildir. Hatta fütuhâtına vesiledir.

Evet, şu zemin yüzünde bu tarz bir eser ve muvaffakiyet daha önce hiçbir beşerî eserde görülmemiştir!

“Risale-i Nûr, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda her tarafa hakaik-i Kur’ân’iyeyi mücâhidane neşretmesi ve karşısına kimsenin çıkamaması isbat eder ki; onun üstadı ve menbaı ve mercii ve güneşi Kur’ân’dır.” (Asâ-yı Mûsâ, Hüccetullah’il-Baliğa Risalesi, Birinci Hücceti İmâniye)

Eğer denilse, dili günümüz türkçesi ile olsa idi, fütûhatı daha ziyâde olurdu, daha çok intişâr ederdi…

Kat’iyyen hayır! Bilâkis bu kadar bir genişleme ve kabul ve okuyanlarının ahvâllerinde görülen terbiye-i İslâmiye olmaz idi. Çünkü; Risale-i Nûr’lar, masa başında yazılmamışlar. Müellifi Bedîüzzaman Hazretlerinin çok yerde zikrettiği; “Kur’ân’ın malıdır”, “Kur’ân’dan tereşşuh etmiştir”, “sünûhat-ı kalbiye nev’inde yazılmışlardır” demesi Risale-i Nûr’ların yazılmadığını, yazdırıldığını gösteriyor.

“Kur’ân’ın semâsından ilhâmî bir sûrette gelen şifâder nurlara…” (Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, Envâr neşriyat, s:89)

İşte âzim ve mânevî te’siratı buradan geliyor.

Risale-i Nûr’dan bu hakikate işâret eden birkaç nümûne aktaralım:

“Sözler hakkında tevâzu sûretinde demiyorum; belki bir hakikatı beyan etmek için derim ki: Sözler’deki hakaik ve kemalât, benim değil Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuhetmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’ân’iyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir.” (Mektubat)

“Hakaik-i imâniyeyi kemâl-i vuzuh ile beyan eden ve esrar-ı Kur’ân’iyeden tereşşuh eden Sözler.…..” (Mektubat)

“Dördüncü Nokta: Sahabelerden ve Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînden en yüksek mertebeli velâyet-i kübrâ sahibi olan zâtlar, nefs-i Kur’ân’dan bütün letaiflerinin hisselerini aldıklarından ve Kur’ân onlar için hakikî ve kâfi bir mürşid olduğundan gösteriyor ki: Her vakit Kur’ân-ı Hakîm, hakikatları ifade ettiği gibi, velâyet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifaza eder.

Evet zahirden hakikata geçmek iki suretledir:

Biri: Tarîkat berzahına girip, seyr ü sülûk ile kat’-ı meratib ederek hakikata geçmektir.

İkinci Suret: Doğrudan doğruya, tarîkat berzahına uğramadan, lütf-u İlahî ile hakikata geçmektir ki, Sahabeye ve Tâbiîne has ve yüksek ve kısa tarîk şudur. Demek hakaik-i Kur’ân’iyeden tereşşuh eden Nurlar ve o Nurlara tercümanlık eden Sözler, o hâssaya mâlik olabilirler ve mâliktirler.” (Mektubat)

“Ne vakit Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden kalbe sünûhat gelse, tedricen size yazılır.” (Mektubat)

“Hatt-ı harbde büyük bir ihlâs ile, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdili gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir. Çünki, hakikat-ı ihlâs ile baktım, tashih yerini bulamadım. Demek sünûhat-ı Kur’ân’iyeolduğundan, i’caz-ı Kur’ân’iye onu yanlışlardan himaye etmiş.” (Tarihçe-i Hayat)

“Sekizinci Âyet:  قُلْ اِنَّنٖى هَدٰینٖى رَبّٖى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ   (Enam, 161.) dir. Şu âyet-i meşhûre küllî mânâsının bu asırda muvafık ve münasib bir ferdi Risalet-ün Nur olduğu gibi, cifirle   صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ kelimesi صِرَاطٍ deki tenvin “nun” sayılmak cihetiyle Risalet-ün Nur adedi olan dokuzyüz doksansekize (998) yine iki sırlı fark ile baktığı gibi…

{(Haşiye): Yani mertebesine işaret için iki fark var. Risale-i Nûr vahiy değil, ilham ve istihracdır.} “ > (Şuâlar)

Hem Üstada talebe olmuş, Üstad ile birlikte yaşamış ve Risalelerin yazılmasında bilfiil bulunmuş muhterem ağabeyler bizzat anlatıyorlar; “Üstad, yazın dediği vakit, sanki karşı da duvarda yazıyor da, o da oradan okuyor gibi acip bir halette, durmaksızın ve pek hızlı bir tarzda ve bazen de (boğazından) hırıltılı hırıltılı bir şekilde yazdırır idi. Risaleler yazılırken hiçbir esere bakılmaz idi, zaten Üstadımızın yanında Kur’ân’dan başka da bir kitap bulunmaz idi”. 

Evet, Üstadımız bizzat itiraf ediyor ki;

“Risale-i Nûr’da öyle parçalar var ki, bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yemin ile temin ediyorum ki, Eski Said’in (R.A.) {(Haşiyecik): Bazı müstensihler, bu bîçare Said hakkında (R.A.) kelimesini bir dua niyetiyle yazmışlar. Ben bozmak istedim, hatıra geldi ki: “Allah razı olsun” mânâsında bir duadır, ilişme. Ben de bozmadım.} kuvve-i hâfızası da beraber olmak şartıyla o on dakika işi on saatte fikrim ile yapamıyorum. O bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum ve o bir günde altı saatlik risale olan Otuzuncu Söz’ü ne ben ve ne de en müdakkik dindar feylesoflar altı günde o tahkikatı yapamazlar ve hâkeza…

Demek biz müflis olduğumuz halde, gayet zengin bir mücevherat dükkânının dellâlı ve bir hizmetçisi olmuşuz. “(Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, Envâr neşriyat, s:67)

Cenâb-ı Allah (c.c.), Bedîüzzaman Said Nursi Hazretlerine Kur’ân’daki imâna bakan âyetlerin mâna-yı işârîlerini göstermiş, açmış ve ilham vasıtasıyla ona bildirmiş.1

Evvela elimizdeki eserlere bu nazar ile bakmamız ve görebilmemiz lâzımdır.

Madem Risalelerin mâhiyeti böyledir. O vakit eserin kelimelerini ve ifadesini değiştirmek ile belâgatını bozmak ve bu mânevi rabıtasını koparmak ve Risale-i Nûr’un kendine mahsus olan ve başka eserlerde görülmeyen mânevi te’sirâtını kırmak – bir tahrip olmaz mı?

İlhâm ve sünûhat-ı kalbiye ile gelen satırlara, kelimelere parmak ve kalem karıştırmak, müdahale olmaz mı?

Hem müellifinin de günümüz türkçesi ile yazılmasına asla ve kat’iyyen rıza göstermediği bu makâlenin sonunda delilleriyle birlikte zikredilmiştir.

Evet, Risale-i Nûr’u sadeleştirmek isteyenler üç guruba ayrılıyor:

Biri, Risale-i Nûr’dan tam istifade edemeyip, anlayamadığı için basitleştirilmesi lâzımdır diyenler.

Diğeri, Risale-i Nûr’u okuyan ancak “daha iyi hizmet olur” kanaatiyle sadeleştirilmesini isteyenler.

Öteki, Risale-i Nûr’un te’sir ve fütûhatını görüp, onu kırmak ve engellemek için menfî bir fikir ile sadeleştirilmesine taraftar olanlar, destekleyenlerdir. Ancak bu kısım bahsimizden hariçtir.

[makâlenin devâmı için alttaki sayfa numaralarına tıklayınız]

Sayfalar: 1 2