‘İlhâm’ı reddedenlere bir izâh ve cevâbdır…

Loading


Vahiy:

Lisânü’l-Arabî, İbn-u Manzûr

وحي الوَحْيُ : الإشارة والكتابة والرِّسالة والإلهام والكلام الخَفِيُّ وكلُّ ما أَلقيته إِلى غيرك

İşâret etmek veya Kitap, Suhuf ile bildirmek veya elçi ile veya ilhâm etmek / sevk etmek veya gizlice söylemek, öğütlemek…..

الوَحْىُ : İlhâm, vahiy, vahyedilen (melek vasıtasıyla peygambere bildirilen Allah kelamı (söz)

اَوْحَى ya da وَحَى : İşaret ile iletişim kurdu ya da emretti ya da bir talepte bulundu; (onunla) gizlice konuştu ya da (onunla) başkalarının duyamayacağı bir biçimde konuştu.

اَوْحٰى – يُوحٖى -ايحَاءً : İşaret etmek. Sır vermek, gizlice öğütlemek, fısıldamak. İlhâm etmek, sevketmek, yol göstermek, söz geçirmek, emre âmâde kılmak. Vahyetmek (Resûller vasıtasıyla bildirmek, açıklamak manalarına da gelir.)

Mâdem bu nev’deki bir latîfe, bir his, bir mahall, bir kanal beşerde farklı mertebelerde ve derinlikte bulunuyor, bu da gösteriyor ki; Cenâb-ı Hakk celle celâluhu kemâl-i hikmet ve rahmetiyle bâzı kullarını farklı mertebelerde bu hislere ve ilhâmlara mazhâr ediyor. O halde akıldan uzak değildir ki, Rabbine yakınlığı ziyâde olanın bu ilhâma mazhariyeti de ziyâde olmasın. Hele hele belli bir vazîfe ile tavzif edilmiş zâtlarda, elbette Rabbi ile daha ziyâde bir yakınlığı ve bir nev’i temâsı bulunacak. Nasıl ki bir orduda vâzifedâr ve mühîm bir mevkii’de bulunan bir komutan, elbette gittiği yerde Pâdişâhı nâmına harekâtında, Pâdişâh’ından bütün bütün habersiz olmayacak, Pâdişâh da onu bütün bütün kendi hâline bırakmayacak.

Aynen öyle de kendisine “Ey felâket-helâket asrının adamı!” diye hitâb edilen bir zâtın, âhirzaman’da gelmesi takdîr edilsin de, âhirzamanın dehşetli hâdisatlarında ve dine ve İslâmiyete karşı en şedid tecâvüzler hengâmında bir başına bırakılsın, İslâmiyet ve hayat-ı diniye ve îmâniye için mücâdele etsin de, din-i İslâmiyetin hakîki sâhibi ve kendisinin Hâlık’ı ve Mâliki olan Seyyidi ve Efendisi onu bir başına bıraksın, bütün münâcat ve niyâzlarına cevap vermesin sükût etsin, bakmasın, yardım etmesin (!?)

Hem Bedîüzzaman Hazretlerinin hayatına baktığımızda da, bütün tarihçe-i hayatı, Sünnet-i Seniyye’ye ittibâı, ahvâlleri ve kelâmları ile kat’iyyen istikâmetten ayrılmamış ve İslâmiyete ve îmâna hizmet çizgisinden kaymamış ve bütün icraatlarıyla ve beyânlarıyla dâima birleştirici olmuş, ümmeti birbirine düşürmemiş, isyân edenleri bastırmış, dargınları barıştırmış, dâima hak adına yol gösterici olmuş ve bâtıl karşısında hak olanı söylemekten hiçbir yerde kaçınmamış, her şartta istikâmeti ta’rif etmiş, heryerde âhireti anlatmış, namaza teşvîk etmiş, Allah’ı celle celâluhu tanıtmış ve İslâmiyet adına hayatını fedâ etmiş böyle bir zâtın; elbette bizlerin tam bilemeyeceği bir derinlikte, yukarıda kaydettiğimiz mezkûr misâller ve delîller ile bâzı husûsî ihsanlara mazhâr olduğunu hem canlı şâhitlerden, hem de eserlerinden anlıyoruz ve görüyoruz. 

Risâle-i Nûr eserleri, bilhassa îmân hakîkatlerinin bu asra Kur’ân’dan gelen bir dersidir. Her mertebede, makâmda, meşrebde milyonları geçen talebelerinin bulunması ve bu eserlerden istifâde edenlerin bu derece ziyâde olması, eser ve içindeki hakîkatlerin mâhiyetini isbâta vâfi ve kâfidir… Bu eserlerden isitfâde etmemiz âhiretimiz adına pek elzemdir, lâkin Allah’ı celle celâluhu tanıtmada ve O’na celle celâluhu yakınlaştırmada bu derece yakîniyete ve’sile olan bir eser, İslâm Tarihi boyunca görülmemiştir. Ulemânın da tasdîkiyle ilm-i kelam’da bir teceddüd yapmıştır!

Bu cihetle sizler de Bedîüzzaman Said Nûrsi Hazretlerinin hayatına, hallerine, ahvâline, kelâmına, harekâtına, eserlerine bakınız, başkalarını değil bizzat onları dinleyiniz, zîrâ ne olduğunu anlamaya vâfi ve kâfidir.

“Resâil-in Nûr dahi ne şarkın mâlûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir Nûr değildir. Belki, semavî olan Kur’ân’ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.” 2

Şu üç hususu da arz edelim,

Evvelen, Bedîüzzaman Hazretlerinin yüz otuz parça Risâlelerinde ahkâm-ı şer’iye’ye, Sünnet-i Seniye’ye muhâlif hiçbir beyânı yoktur, dinde olmayan birşeyi ne demiş, ne de kaydetmiştir.

Bizlerde aklımızı çıkararak, sorgusuz-suâlsiz gözlerimizi kapamadık, vakti zamânı geldiğinde, şeâir-i İslâmiyeye, ahkâm-ı şer’iye’ye, ruh-u İslâmiyeye, Sünnet-i Seniyye’ye aykırı veya gayr-ı münâsib bir hâl veya kelâm bulunmadığını ve Ehl-i Sünnet’in beyânları ile bir zıddıyet olmadığını tasdîk ettik.3

Sâniyen, Vahiy ancak Peygamberlere aleyhimüsselâm gelir. İlhâm ise, yukarıda zikrettiğimiz ve izâh ettiğimiz ölçülerde ve delîllerini gösterdiğimiz nev’de ve tarzdadır.

Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinin bu husûstaki bir izâhı:

“Bu nevi içindeki en tehlikeli bir hatâ şudur ki: Kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î mânaları ‘Kelâmullah’ tahayyül edip, âyet tâbir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulya-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet, bal arısının ve hayvanatın ilhâmâtından tut, tâ avâm-ı nâsın ve havâss-ı beşeriyyenin ilhâmâtına kadar ve avâm-ı melâikenin ilhâmâtından, tâ havass-ı kerrûbiyyûnun ilhâmâtına kadar bütün ilhâmât, bir nevi kelimât-ı Rabbâniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbânî; yetmiş bin perdede telemmu’ eden ayrı ayrı cilve-i hitâb-ı Rabbânîdir.

Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i hassı ve onun en bâhir misâl-i müşahhası olan Kur’ânın necimlerine ism-i has olan “âyet” nâmı öyle ilhâmata verilmesi, hatâ-yı mahzdır. Onikinci ve Yirmibeşinci ve Otuzbirinci Sözlerde beyan ve isbat edildiği gibi, elimizdeki boyalı âyinede görünen küçük ve sönük ve perdeli güneşin misâli, semâdaki Güneşe ne nisbeti varsa; öyle de: O müddeîlerin kalbindeki ilham dahi, doğrudan doğruya kelâm-ı İlâhî olan Kur’ân Güneşinin âyetlerine nisbeti, o derecededir. Evet, herbir âyinede görünen güneşin misâlleri, Güneşindir ve ‘onunla münasebetdardır’ denilse, haktır; fakat o Güneşçiklerin âyinesine Küre-i Arz takılmaz ve onun câzibesiyle bağlanmaz!” 4

Bedîüzzaman Hazretlerinin mahkemede verdiği cevâbı da kaydedelim:

78. İlm-i gayb Allah’a mahsustur. Hiç bir veli tasarrufat yapamaz ve gaybı bilemez. Hattâ Peygamber de bilmez. Halbuki, bir Risâlede işârat-ı hadîsiye ile hilâfetin mebde’ ve müntehasını göstermiş.

Cevâb: Evet, herkes bizzat gaybı bilmez. Fakat i’lâm ve ilham-ı İlâhi ile bilinebilir ki, bütün mu’cizat ve keramat ona dayanır. Hazret-i İmam-ı Ali’nin işarat-ı gaybiyesinin Risâle-i Nûr’a işaratına dair bir Risâlenin âhirinde اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلاَثُونَ سَنَةً Hadîs-i Şerîfinin işaratında birkaç lem’a-yı i’caziyeyi tam vâkıa mutabık güzel bir tarzda ve görenlerin takdirine mazhar olmuş bir beyanı çürük görmek ve itiraz etmek bir cehalet, bir hatâ eseridir.” 5

Şunu nazara verelim ki; Bedîüzzaman Hazretlerinin o dönemlerde yaşanan elîm hâdiseler karşısında talebelerine birer müjde sûretinde ihbâr ettiklerinin hepsinin vuku’ bulması ve aynen çıkması gösteriyor ki, tesâdüfen denk gelmiş de tutmuş değil, zirâ tamamının isâbeti bu nev’de bir ihsânâ mazhar olduğunu açıkça gösteriyor. Demek ilhâm ile, Sünûhat-ı Kalbiye ile, istihrâc ile beyân edilenler Ehl-i Sünnet’e muvâfık olduğu gibi, ümmetin kabûlüne mazhârdır, hakîkatleri ehl-i ilimce kabûl edilmiştir ve ihbârları ise aynen istikbâlde vuku’ bulmuştur.

“İşte büyük ülema-i İslâm ve meşayih-i kiram çok tecrübe ve imtihanlarla şöyle bir kanaata varmışlardır ki: Bedîüzzaman ne söylerse hakikattır. Bedîüzzaman’ın eserleri, sünuhat-ı kalbiye olup, cumhur-u ülemanın tasdik ve takdirine mazhardır.” (Sözler, Konferans)

Sâlisen, Risâle-i Nûr, ilm-i hikmet sahâsında, mevcudâtın hakikâtini ve mâhiyetini ta’rif ve izâhatte en ileriye gidip gören ve gösteren bir eserdir amma bununla birlikte birde mânevî bir iksir ve te’siratı da vardır ki, kendi hakkında en büyük bir alâmet, hatta bir delildir. Bu te’sir, yalnızca Bedîüzzaman Said Nûrsi Hazretlerinin çileli ömründen, çektiği acılardan ve katlandığı işkencelerden ileri gelmiyor, bütün tarihçe-i hayatı ve ömrü böyle bir hizmetin vusûlüne ve kabûlüne elbette vesiledir ancak eserlerdeki te’siratını yalnızca tarihçe-i hayatındaki çilesinde görmek ve ona bağlamak eksiklik olur, hakikatsizlik olur. Çünkü o vakit bu nev’de çileli hayat çekmiş olan nice İslâm âlimlerinin eserlerinde de bu derece kuvvetli bir te’sirat ve câzibe bulunması lâzım gelirdi ki, Risâle-i Nûr ile mizâna gelemiyorlar. Demek Risâlelerin te’siri ve câzibesi, Bedîüzzaman Hazretlerinin de çok yerde zikrettiği gibi Kur’ân’dan geliyor, başka bir makâmdan geliyor. Yazılan hakikatler Kur’ân’dan süzüldüğü için te’sirini de oradan alıyor. 

Bu ehemmiyetli üç hususu da izâh ettikten sonra ‘yeni olan veya bilmeyen kardeşlerimizin’ dikkatine arz edelim ki; şu zamanda ve zeminde herkes konuşuyor. Bilhassa sosyal medya üzerinde yazılanlar, çizilenler, videolar kesretle bulunuyor. Görüyoruz ki salâhiyetli olmayanlarda çok ve onlara bilmeden aldananları da görüyoruz. İşin hakîkatini ‘henüz konuşanın dahi kim olduğunu bilmediğimiz ve kendilerini tanımadıklarımızdan’ değil6, Ehl-i Sünnet içinde makbûl ve mûteber zâtların eserlerinden ve ümmetin kabûlüne mazhâr olanların kelâmlarından anlamalı. Zira bu zamanda öyle cereyanlar var ki, kimin ne olduğu ekser belli değil. Ehl-i Sünnet’e karşı ciddî bir taarruz var, aman dikkat, vesselâm…

Selâmet ve hayır ile kalınız…
Ersin Miman

————————————————

1: Burada zikredilen ilhâm mânâsı, lugat mânâları kısmında kaydedilmiştir. 
2: Şuâlar, Birinci Şuâ, Birincisi, Beşinci Cümlesi 
3: Bu tesbit ancak istikâmet üzere olan bir ilimle yapılabilir. 
4: Mektûbât, Yirmidokuzuncu Mektûb, Dokuzuncu Kısım 
5: Şuâlar, Ondördüncü Şuâ, Hatâ-Savab Cetveli 
6: Bu zamanda her hoca, hoca olmadığı gibi, her İlâhiyatçı da öyle değil. İsimlerinin önündeki akademik ünvanlar birer referans değil, Ehl-i Sünnet olmayanlar, bâtıl fikirlerde dolaşanlar, mezhepleri tanımayanlar, hadisleri kabûl etmeyenler ve daha ne acip acip cereyanlar var! 

Sayfalar: 1 2