‘İlhâm’ tebliğ edilebilir mi?

Loading

‘İlhâm’ tebliğ edilebilir mi?

İlk makâlemiz olan “İlhâm’ı reddedenlere bir izâh ve cevâbdır…” ile, ilhâm’ın hak olduğunu, yalnızca Peygamberlere (aleyhimûsselâm) has olmadığını ve Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) dilediği kullarıyla ilhâm vâsıtasıyla bir irtibât ve bir nev’i konuşmasının bulunduğunu ilgili âyet ve hadislerden de delîller göstermek sûretiyle izâh ve isbât etmiştik.

Bu husûsta herhangi bir tereddüd kalmayacak tarzda ilhâma mazhâriyeti izâh ettikten sonra, ehl-i tenkîd’in diğer bir iddiâsı olan “İlhâm paylaşılabilir bir bilgi değildir”e cevâb vereceğiz ve bilhassa yine ‘bilmeyerek’ peşlerinden gidenlere de hakîkatleri izâh etmeye devâm edeceğiz.

Kur’ân’dan da delîllerini zikrettiğimiz üzere1, ilhâm, haktır. Ve Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu)dilediği kullarına bir ihsânıdır ve ilhâmın’da nev’leri vardır ve sanatçılardan, şâirlerden, ehl-i ilme kadar farklı mertebelerde ve mâhiyette ilhâma mazhâriyetler bulunur ve ayrıca sâdık ve sahih rü’yalar da birer ilhâm-ı İlâhî’dir.

Sanatkârların ve meslek erbâblarının, kendilerine mahsûs ilhâmlarının sanatlarında tezâhür etmesi ve sâir nazarlara da arz edilmesi fıtrî ve tabî olduğu kadar, kâinatta da câri olan ve işleyen bir kanûn olduğunu ve şu zemin yüzünün imârında nice ehl-i fen ve ehl-i ihtisasın kendilerini sevk eden hislerle, ilhâmlarla çok işler gördüklerini, bu cihette beşerin terakkiyatına ve tekemmülüne ne kadar lâzım ve elzem olduğunu herkes kabûl ve tasdik eder. Eğer kişinin kendisinde saklı kalması iddiâsı doğru olsaydı, bu iddiânın hükmü fıtrî olmamakla beraber, mesleğinde ihtisaslaşmış, uzun yıllar yaptığı çalışmalar ve edindiği tecrübeleriyle mesleğinin inceliklerini kavramış ve buna müteakip meslekî sezgileri derinleşmiş bir sanâtkârın veya fennî bir mütehassısın, kendisine mahsûs meslekî ve sanatsal ilhâmlarının tezâhüründen, maslahâtlarından ve menfaatlerinden, beşerin her cihette mahrûmiyetini netice vereceğini her ehl-i ihtisas ve ehl-i sanat ve akıl ve vicdân kabûl ve tasdîk eder.

Maddî ilimlerdeki ilhâmların fende, bilimde ve sanattaki tezâhürleri nasıl makbûldür, aynen öyle de, mânevî cenahdan gelen ilhâmların da tezâhürleri ve sudûr eden güzellikleri ve Kur’ân ile barışık olan maslâhatları daha ziyâde makbûldür. Zirâ ehl-i îmân’ın âhiretine bakar, îmânını takviye eder…

Kur’ân ile sâbit olan ilhâm hakîkatını ortadan kaldıramayanlar, Ehl-i Sünnet’in büyüklerine ve Bedîüzzaman Hazretlerine şu yolla ilişmek niyetiyle : “İlhâm, rü’ya şeklinde de olur ama Nebî olmayanlara gelen ilhâmlar tamâmen kişisel bir vahiydir ve kişiyi bağlayan bir vahiydir, tebliğ edilmesi gerekmez ve kayda geçirilmesi gereken bir bilgi değildir” diye iddiâ ediyorlar.

Hiçbir mesnedi olmayan ve tamâmen kendilerinin uydurduğu bu te’villerininin bâtıl olduğunu, kendi ilânâtları ve iddiâları üzerinden isbât edelim ve “Nebî olmayanlara gelen ilhâmlar kişiseldir, tebliğ gerekmez hatta kayda da geçirilmez” demelerine binâen, mâdem ilhâmın rü’ya şeklinde de olduğunu kabûl etmişler, o halde Nebî olmayan Mısır Hükümdârı’nın rü’yasını Kur’ân’dan aktararak izâh edip, gösterelim…

وَقَالَ الْمَلِكُ اِنّٖى اَرٰى سَبْعَ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ يَاْكُلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ وَسَبْعَ سُنْبُلَاتٍ خُضْرٍ وَاُخَرَ يَابِسَاتٍ يَا اَيُّهَا الْمَلَاُ اَفْتُونٖى فٖى رُءْيَایَ اِنْ كُنْتُمْ لِلرُّءْيَا تَعْبُرُونَ

(Yusûf Sûresi – 43. âyet)

Meâlen: “Ve hükümdar dedi ki: ‘Ben rüyâmda yedi semîz sığır görüyorum ki, onları yedi zayıf (sığır) yiyor ve yedi yeşil başak ile yedi de kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Eğer siz rüyâ tâbir ediyorsanız, benim rüyâmı bana yorumlayınız.’”

Öncelikle, Kur’ân’da bu rü’yalara yer verilmesi ve anlatılması2 ve rü’ya sâhiblerinin de başkalarıyla paylaştığının âyetlerde sarîhan beyân edilmesi; anlatılabildiğine ve paylaşılabildiğine birer delîl ve misâl olduğu gibi,

Ayrıca Nebî olmayan Mısır Hükümdârının, bu rü’yasını (ilhâmını) paylaşmış olmasının Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) zindandan çıkmasına da ve’sile olduğuna,

Ve yine Nebî olmayan hükümdârın, rü’yasını (ilhâmını) anlatmasıyla, Mısır’ın başına gelecek ve yedi yıl sürecek olan kıtlığa karşı tedbîr alınmasına ve o kıtlıktan korunulmasına da sebep olduğuna,

Son olarak da Hz. Yusuf’a (aleyhisselâm), ilhâm olunan rü’yaların hakîkatini te’vil edecek bir ilmin, Allah (celle celâluhu) tarafından verilmiş olmasının, ilhâmın bir nev’i olan rü’yaların anlatıldığına ve paylaşıldığına da açık bir delîl olduğunu anlıyor ve görüyoruz.

Açıkça görülüyor ki, bu rü’yaların, ilhâmların, yalnızca kişinin kendisini bağlamadığını, bâzen bir memleketi ve milleti istikbâllerine bakar bir tarzda etkileyebildiğini, ilgilendirdiğini ve eğer kişinin kendisinde saklı kalma iddiâsı hakîkat olsaydı, en azından yukarıda zikrettiğimiz kadar menfaatleri ve tedbirleri netice vermeyeceğini her aklı selîm olan tasdîk ve kabûl eder.

Birde şu cihetten soralım:

Hangi hadis veya âyet, ilhâmlarınızı tebliğ edemezsiniz, bildiremezsiniz diyor !?

Hiçbir âyet ve hiçbir hadis..!

Sahih rü’yaların, ilhâm’ın bir nev’i olması cihetiyle anlatılmasına ve paylaşılmasına bilakis teşvîk var. “Rü’ya göreniniz yok mu?, size te’vil edeyim” diyen ve Buhârî’de, Tirmizî’de ve Dârimi’de Mü’minin gördüğü sahih rü’yaların birer müjdeci hükmünde olduğundan haber veren ve yine Buhârî, Müslim ve Tirmizî ile Sâlih kimselerin rü’yalarının Peygamberliğin kırk altı cüz’ünden bir cüz olduğunu buyuran Allah’ın Resûlu (aleyhissalâtu vesselâm), elbette bu ihtâr ve beyânlarıyla; rü’yaların ve ilhâmların anlatılabildiğine, tebliğ edilebildiğine ve paylaşılabildiğine açık hüccetleridir, birer delîlleridir.

Şimdi mes’elenin diğer vechine gelelim, rü’ya’dan, kelâma intikâl edelim…

Şimdi mes’elenin diğer vechine gelelim, rü’ya’dan, kelâma intikâl edelim…

Nebî olmadığı halde Hz. Meryem’e de (radıyallahu anhâ) susma orucu ihtâr edildi mi?

Evet. İhtâr edilen susma orucu da böyledir. Karşısındaki halk ile, o susma orucunun lisân-ı hâli üzerinden bir konuşmasıdır, bir mesajıdır ki; kişisel olmayıp, karşısındakilerle bir cihette bir iletişimidir ve âhirinde vuku’ bulacak hâdiselerin hazırlayıcısıdır, başlangıcıdır. Demek bu nev’deki ilhâmlar, ihtârlar; İlâhî takdîrin ve tecellînin taht-ı tasarrufuna dâhildir!Tebliğ’de edilir, paylaşımda da bulunulur.

Hâl ve hakîkat böyle olduğu halde ilhâmların yalnızca kişiyi bağladığını, tebliğ edilmesine gerek olmadığını, kayda geçirilmesi gerekmediğini ilân etmek, nasıl bir cehl-i mürekkep ve nasıl maksadlı bir sû-i kasddır vicdanlarınıza ve takdirlerinize havâle ediyorum.

Nitekim buradan Bedîüzzaman Said Nûrsî Hazretlerinin ilhâm ile, sünûhât-ı kalbiye ile yazılmış olan risâlelerine ilişmek, Risâle-i Nûr’ları değil yalnızca gözden düşürmek, nazarlarda -hak’tan da düşürmek- gayretinin bir mahsûlüdür.

Bakınız, kabûle mazhâr kelâmların istifâdesine teşvîke…

حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ عُمَرَ بْنِ الوَلِيدِ الكِنْدِيُّ قَالَ: حَدَّثَنَا عَبْدُ اللَّهِ بْنُ نُمَيْرٍ، عَنْ إِبْرَاهِيمَ بْنِ الفَضْلِ، عَنْ سَعِيدٍ المَقْبُرِيِّ، عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: الكَلِمَةُ الحِكْمَةُ ضَالَّةُ المُؤْمِنِ، فَحَيْثُ وَجَدَهَا فَهُوَ أَحَقُّ بِهَا : هَذَا حَدِيثٌ غَرِيبٌ لَا نَعْرِفُهُ إِلَّا مِنْ هَذَا الوَجْهِ وَإِبْرَاهِيمُ بْنُ الْفَضْلِ الْمَخْزُومِيُّ يُضَعَّفُ فِي الحَدِيثِ مِنْ قِبَلِ حِفْظِهِ

Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Hikmetli Söz Mü’minin yitik malıdır, onu nerede bulursa almaya daha hak sâhibidir.” (Sünen-i Tirmizî, Kitâbü’l-İlm; Müsned İbn-i Mâce, Kitâbü’z-Zühd)

Hikmetli söz veya değerli kelâm veya kıymetli bilgi veya beşerin menfaatine ve hayrına bakar lafızlar, hangi kanal ile gelirse gelsin, elbette Mü’min’in bundan gâfil olmamasına, istifâde etmesine hadis ile gelen bir ihbârdır!

O halde şu soru hatıra gelir:
Her ilhâmı dinleyecek ve kabûl edecek miyiz?
Sahih olduğunu nasıl bileceğiz?

Ahkâm-ı şer’iye, ruh-u İslâmiye, Sünnet-i Seniyye ile münâsib ise, Ehl-i Sünnet’in beyânlarına muvâfık ise ve beyân edenin tarz-ı hayatı, ahvâli ve dâvâsındaki ciddiyeti genel kabûle mazhâr ise ve vicdanlarda ma’kes buluyor ise; istifâde ederiz.

Hem unutulmaması lâzımdır ki, ilhâmlar ve keşfiyatlar ahkâm değildir. Dinde olmayan birşeyi getiremez, dine yeni bir ahkâm da tatbîk edemez, nass-ı Kur’ân ve hadis ile sâbit olanın da üzerinde tasarrufa gidemez…

O halde bu kadar telâş ve öfke niye!?

İlhâmlar, dinin emir ve yasakları üzerine değildir ki, tebliği sanki bir vahiy ile gelen hüküm gibi telakkî edilsin de, i’tirâz edilsin!

Hem kimse de kabûle mecbûr değil. Âhireti adına faydalı ve yararlı ve istifâdeli buluyorsa, alır, bulmuyorsa bırakır!

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” âyeti3 sırrınca, Cenâb-ı Hakk’a (celle celâluhu)yakın olan zâtların, kabûle karîn istihraclarından, ilhâmlarından ve ma’lûmatlarından süzülen isâbetli kelâmlarından gaflet etmemeyi ve ufkumuzu ve ma’lûmatımızı genişletmeyi, îmânımızı yakînileştirmeyi doğru bulanlardanız. Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatiz ki, istikâmetimiz biiznillah bu dâirenin hudûdları içindedir …

Peki Risâle-i Nûr eserleri, dinde olmayan yeni bir ahkâm mı getirmiş!?

Hayır! Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) rubûbiyetini, şuunât ve icraatlarını, kâinatta tecellî eden vahdâniyetini ve her bir cüz’de kendini gösteren ehâdiyetini ve Zât-ı Ulûhiyetinin esmâlarını ve sıfatlarını pek yakîni bir sûrette ta’rif ve izâh etmiş!

Evet, Bedîüzzaman Said Nûrsî Hazretleri, hakaik-i İlâhîyeden ve îmâniyeden bahsetmiş, i’câz-ı Kur’ân’ı beyân etmiş, dehşetli tahribâtlara ve Kur’ân’a yapılan taaarruzlara karşı bir sedd-i a’zâm hükmünde risâleleri te’lif etmiş ve zındıkların Kur’ân’a karşı sû-i kasdlarını akîm bırakmış, Haşîr Bahsi ile, Kader Dersi ile umûm avâma dahi mâhiyetini izâh, hakîkatini isbât etmiş, Ayetü’l-Kübrâ risâlesiyle ruhları titretmiş ve Mu’cizât-ı Ahmediye ve Risâlet-i Ahmediye risâleleri ile hakîkat-i Muhammediye’yi (aleyhissalâtu vesselâm) ta’rif etmiş ve yekûnü yüzotuz parçadan müteşekkil bu eser ile, âhirzamanda ki dehşetli hâdisatlar hengâmında îmânların kurtulmasına ve’sile olmuş ve bu kudsî vazîfede istihdâm edilmiştir. Ve milyonları bulan talebeleri ve yaklaşık altmış dile çevrilen risâleleriyle zâten umum ehl-i basîret ve ferâsete kendini çoktan isbât etmiştir!

Ve kendisi hakkında birçok ulemâ ve ehl-i ilmin takdir ve taltifleriyle beraber,

“İstanbul ülemâsının en büyüğü ve en müdakkiki ve çok zaman Müfti-yül Enam olan eski fetvâ emini, meşhûr Ali Rıza Efendi; Birinci Şuâ İşârât-ı Kur’âniye ve Âyet-ül Kübrâ gibi risâleleri gördükten sonra, Risâle-i Nûr’un mühim bir talebesi olan Hâfız Emin’e demiş ki:

‘Bedîüzzaman, şu zamanda din-i İslâma en büyük hizmet eylediğini ve eserlerinin tam doğru olduğunu; ve böyle bir zamanda, mahrûmiyet içinde ferâgat-ı nefs edip yani dünyâyı terkedip, böyle bir eser meydana getirmek hiç kimseye müyesser olmadığını ve her sûretle şâyan-ı tebrik olduğunu ve Risâle-i Nûr müceddid-i din olduğunu ve Cenâb-ı Hak onu muvaffak-un bilhayr eylesin, âmîn’” demiştir… (Kastamonu Lâhikası)

Son söz:
Zamânımızda Kur’ân’daki âyetleri kendi maksadlarına göre te’vil ederek, âdeta bir senaryo yazarak “Kur’ân böyle diyor” deyip, kendilerini Kur’ân yerine koyarak, karşısındaki Ümmeti tekfîr edecek kadar haddi aşan ve vahyin yalnız tek muhâtâbları ve anlayanları kendileriymiş gibi ahkâm kesenlere karşı, kendilerine ‘bilmeden’ taraftar olanları yine teyakkuza ve dikkate dâvet ediyoruz.

فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا لِيُضِلَّ النَّاسَ بِغَيْرِ عِلْمٍ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الظَّالِمٖينَ

(Enam Sûresi, 144. Âyet)

Meâlen: “İnsanları bilinçsizce saptırmak için Allah adına yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir? Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet etmez.”


İlhâm’ın Kaynağı Bilinebilir Mi?


İddiâ ediliyor ki, “Nebî olmadıkça, ilhâm’a mazhâr olan kişi, ilhâm’ın kaynağını da, nereden geldiğini de bilemez. Ne Hz. Meryem (radıyallahu anha), ne de Hz. Mûsâ’nın (aleyhisselâm) annesi, ‘gelenin’ Allah’tan mı, şeytandan mı olduğunu hiçbir zaman bilemez ve tereddütler içinde yaşar.”

Neden ehl-i i’tirâz bu tür mesnedsiz iddiâları ortaya atıyor?

Başta Bedîüzzaman Said Nûrsî Hazretleri olmak üzere, ehl-i Sünnet’in bâzı büyüklerinde müşâhede edilen ve ilhâm tarîkıyle gelene karşı ‘asla güvenilemeyeceğini’ kalplere ve zihinlere yerleştirmek ve bu sûrette de eserleri çürütmeye çalışmak niyetlerinden..!

Bununla ilgili izâhları ziyâdesiyle yaptığımızdan, bu husûsta birkaç nüansa cevâb vermek ile yazımızı tamamlayacağız.

Hz. Meryem (radıyallahu anha), mâbedde iken gâibden gelen yiyeceklerle husûsi bir sûrette ikrâm ve ihsânlara mazhâr oluyordu. Demek âlemi, bu gibi pek husûsi mânevî iltifâtlara mazhâr olmaya alışık idi. Yâni, mazhâriyet-i İlâhî’ye ye âşinâ idi…

فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ وَاَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّا كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَ وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقًا قَالَ يَا مَرْيَمُ اَنّٰى لَكِ هٰذَا قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ

(Ali İmran Sûresi – 37. Âyet)

Meâlen: “Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriya’yı da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriya, onun bulunduğu bölmeye her girişinde yanında bir yiyecek bulurdu. “Meryem! Bu sana nereden geldi?” derdi. O da “Bu, Allah katından” diye cevap verirdi. Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.”

Ve nihâyetinde Hz. Meryem (radıyallahu anha) bir evlât ile müjdelendiği esnâda, mâhiyetini anlayıncaya kadar elbette karşısındakinden endişe etmiştir, zirâ bu endişesinden, zâhiren bir emâre görmediğini/görünmediğini anlıyoruz ve bu nev’deki bir endişe de tabîdir. Amma velâkin mâhiyetini anladığında veya müjdenin bedenindeki zuhûrunu farkettiğinde, elbetteki hakîkat-i hâli anlayıp mutmain olmuştur ve sonralarda ise, hâsıl olan ilhâmların ve seslenişlerin de kaynağını anlamış ve bilmiştir zirâ, kendisine susma orucu ilhâm edildiği vakit, susma orucuna bürünmesi ve kendisine karşı birleşmiş bir halkın karşısına çıkmaya cesâret ve teşebbüs etmesi gösteriyor ki; ‘acaba şeytan’dan mı yoksa Allah’tan mı’ diyerek kucağındaki bebeği ile yola çıkmış değildir ve aklı başında hiçbir beşer de kucağında, babası olmayan bir bebek ile böyle bir halkın karşısına çıkmaya cesâret etmez. Ayrıca, halkın, bebek ile konuşmasını işâret edecek kadar herşeyin farkında olduğunu anlıyoruz.

Hz. Mûsâ’nın (aleyhisselâm) annesi de öyledir, hiç akıl kabûl eder mi ki! Hangi vâlide evlâdını bir rü’ya sonrasında veya kalbe gelen bir ilhâm, belki bir sesleniş neticesinde ‘şeytandan mı, Allah’tan mı olduğundan emin olmadan’ bir sepete koyup, marmara denizine veya izmir körfezine bırakır !? Ayrıca zâlîm düşmanların da kaynadığı bir hengamda…

Elbetteki annelik hissi kendisini endişesiz bırakmayacaktır, yavrusuna da hasret ettirecektir ve nasıl olacak diye düşünmekten onu alıkoymayacaktır, bu da tabîdir ve normaldir. Kur’ân-ı Azîmmüşşân’da Tâ-Hâ Sûresi’nin 38-40. âyetleri bu süreci izâh ediyorlar. Hz. Mûsâ’nın (aleyhimisselâm) kızkardeşinin saraya uzanması ve onlara yol gösterici olarak teklifte bulunması ve annesinin, evlâdı olan Hz. Mûsâ’ya (aleyhimisselâm) kavuşmasına kadar herşeyin bir sevk ile ilerlediğini göstermektedir. Evet, 38. âyette de denildiği gibi, Hz. Mûsâ’nın (aleyhimisselâm)annesine Cenâb-ı Hakk (celle celâluhu) ilhâm etmişti ve annesi için de ilhâmın kaynağı belli idi. Fakat gayb, tam bildirilmediğinden ve Cenâb-ı Hakk (celle celâluhu) dilediği kadarını ihsân ettiğinden, elbette tevekkül – korku – ümit arasında bir imtihân ve bir seyri vardır.

İlhâm’ın sıhhatini anlamanın yolu ise, ilhâm’a mazhâr olan kişinin, Kur’ân ve Sünnet dâiresinde olup olmadığını anlamak ve tarihçe-i hayâtını bilmek ve eserlerini tetkîk etmek ile mümkün olabilir.

Kendini bilmez, ilim bilmez, mâhiyetini bilmez, âlemini tanımaz, mâneviyata yabanî, letâifleri kapalı, nefsinin hapsinde, günahlara temaslı olan birinin ilhâmı sizce hangi seviyede olabilir? Ve o ilhâmlar ile kimi hakîkate taşıyabilir veya ve’sile olabilir? Mâhiyeti bu olanın kelâmı ne seviyede olur? Ne kadar kabûl görür? İlâ âhir…

Kişinin kendine gelen ilhâm’dan emîn olması ise, herşeyden evvel ilim bilen, mütedeyyin ve müttakî, ihlâslı ve hâlis olan ve mâneviyatta yakîniyetleri ziyâde bulunanların, mazhâr oldukları mânevi iltifâtlarının ve ilhâmlarının; Kur’ân’a ve Sünnet’e münâsib ve muvâfık olup olmadıklarını anlayabilecek kadar ‘yakîniyetleri ve derinlikleri’, ‘ilimleri ve şuurları’, ‘basîretleri ve ferâsetleri’ vardır ve ilhâmlarını bu süzgeçlerden geçirmek ile bilebilirler kanaatindeyim. Bu husûsta ilhâmlara mazhâr olanların mutlaka kendilerine mahsûs bir ruh-i haletleri olsa da, kasdettiğimiz süzgeçlerden süzülmesi sıhhati noktasında pek ehemmiyetli ve elzemdir diye görüyorum. Zâten bu mertebedeki zâtların, bu hassasiyeti her dâim diri tutup tutmadıklarını, tarihçe-i hayatları ve mücâhedeleri ve eserleri ortaya koyacaktır ve koymuştur. Hem ayrıca ortaya koydukları eserlerin ve sarf ettikleri kelâmların, ehl-i Sünnet mâbeyninde genel kabûl görmesi ve i’tiraz edilmemesi de sıhhatlerine veya istikâmetine birer kuvvetli işârettir diye kabûl edebiliriz.

Bu mertebedeki hâlis ve ihlâslı zâtların, bu ayırımı yapamayacak olduklarını iddiâ etmek ve ilhâm ile mazhâr olduklarının ‘hayır mı – şer mi’, Kur’ân ile barışık mı, Sünnet ile muvâfık mı, ‘Allah’tan mı geldi – şeytan’dan mı geldi’ asla bilemezler demenin büyük bir haksızlık olduğunu veya kendilerindeki ilimsizlik ve mâneviyatsızlıklarının bir mahsûlü olduğunu düşünüyoruz.

Bütün bunlara bedel, bizler için de sorgusuz-suâlsiz-süzgeçsiz teslîm oluruz demek olmadığını da tekrardan ilâve edelim.

Bu husûsta bu kadar kelâmın yeterli olduğu kanaatiyle, bitiriyoruz.

Selâmet ve hayır duâsıyla…
Ersin Miman

Dipnotlar :
1: Meselâ, Şûrâ Sûresi, 51; Kasas Sûresi, 7; Taha Sûresi, 38; Meryem Sûresi, 23-26. âyetler ve ilk makâlemizde temâs ettiğimiz diğer âyetler… 
2: Aynı sûrenin 36.âyetinde anlatılan rü’ya da dâhildir.
3: Zumer Sûresi, 9. Âyet