Hizmet-i Kur’ân’iye de Zekât ve Sadakalar

Loading

Hizmet-i Kur’ân’iye de Zekât ve Sadakalar

Böyle bir makâleyi yazmak niyeten de, fiilen de kolay değil idi. Bizi buna sevk eden sebep ise; zekât ve sadaka mes’elesini zaman zaman gündeme getirenlere, madde madde “ikâzlar” sıralayarak dillendirenlere ve Nûr Talebelerinin de vasıflarını, harekâtını tanzîme niyet edenlere; ilgili içtihâdlardan ve Risâlelerde geçen bahislerden cevâb verebilmekti. Ve elbette bu mes’elede şüphe ve tereddüte düşenlere de bir me’haz olabilmesi niyetiyle kaleme alındı.

Bizim için her mes’elede evvelen Kur’ân ve Hadisler ve hak mezheblerdeki içtihâdlar ve bu zamanda ehl-i îmân’ın muâvenetine ihsân edilmiş Risâle-i Nûr ve Müellifinin beyânları gelir.

Böylece izleyeceğimiz yol da kısmen kendini göstermiş oldu. Evvelen bu sınırları çizenlerin tâkip ettikleri içtihâdları icmâlen kaydedeceğiz, zekât ve sadakaların Kur’ân’a, Dîn-i Mübîn’e ve îmân’a hizmette de istimâline ruhsat verenleri göstereceğiz, âhirinde ise Bedîüzzaman Hazretlerinin beyânını dikkatle mütalâa edip, Risâle-i Nûr’dan da bu mes’elelere bakan bahislerin tahlîlini ve izâhını yaptıktan sonra, nihâyetinde tatbîk sahâsına da temâs ederek bitireceğiz.

Şüphesiz tevfîk, Allah’tandır (celle celâluhu).

İçtihâdlarda delîl olarak gösterilen Tevbe Sûresi’nin 60. âyetini kaydedelim:

اِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ وَالْمَسَاكٖينِ وَالْعَامِلٖينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِى الرِّقَابِ وَالْغَارِمٖينَ وَفٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ وَابْنِ السَّبٖيلِ فَرٖيضَةً مِنَ اللّٰهِ وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ حَكٖيمٌ

(Tevbe Sûresi, 60. Âyet)

Meâlen: “Sadakalar (zekâtlar), yalnızca fakirler ve miskinler ve zekât toplayan memurlar ve kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlar ve azad edilecek köleler ve borçlular ve Allah’ın yolunda ve yolda (kalmış) olanlar için Allah’tan bir farz olarak buyuruldu. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Mezhep içtihâdlarına baktığımızda, ilgili âyetin başında zikredilen temlik lâm’ının1, tüm sınıflara vâv-ı âtıf ile tahsîs edildiğini ve فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ kudsî ifâdesinin ise mutlak mânâda kullanılınca ‘savaş’ demek olduğunu ve ‘Şüphesiz ki Allah kendi yolunda saf bağlayarak savaşan kimseleri sever.’ 2 ve ‘Allah yolunda savaşın’ 3 âyetlerinin de birer delîl olarak zikredilip kaydedildiğini görüyoruz.4

Bu nedenle, zekât ve sadaka’yı sürekli gündeme getirenlerin, فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ ifâdesinin yalnızca maddî cihâdı kasdettiği ve verilen zekât ve sadakaların ise temlîk hükmü ile ancak kişiye hasredilebileceğini beyân eden içtihâdları kabûl ettiklerini ve buradan hareketle ikâzlar sıralayıp, aksi ile hareket edenlerin zekât ve himmetlerinin heder olacağını ve İslâm’a hizmet edilemeyeceğini beyân ettiklerini görüyoruz.

Maksadımız ve murâdımız budur ki; zekât’ın فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ içindeki istimâline dâir başka içtihâdların ve görüşlerin de olduğunu ve her asrın kendine mahsûs şartlarının bulunduğunu bilmemizdir.


“ALLAH’IN YOLUNDA” NE DEMEKTİR?

O vakit lâzım geliyor ki en evvel; فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ “Allah’ın yolunda” tanımı yapılsın.

Lugatlara baktığınızda altta kaydettiğimiz mânâları görebilirsiniz ve ilgili terkîbin Kur’ân’da zikredilen mes’elemize bakar diğer mânâlarını da beraberinde kaydediyoruz.

سَبِيلٌ , السَّبِيلُ: Geniş veya açık veya âşikâr bir yol, patika, mânevi yol olan ve’sile, çâre, hidâyet ve hayır yolu, dalâlet ve şerr yolu (kullanıldığı yere göre).

في سَبِيلِ اللّٰهِ : ‘terkîb’ olup, “Allah’ın yolunda” demektir. Allah’ın dini yolunda her tür doğru veya hayırlı sebep; Allah yolunda cihâd, hac yolculuğu; doğruyu yaymak için mücâdele; Allah yolunda (harcamaya), Allah için girişilebilecek her türlü hayırlı çaba; Allah’ın emrettiği her hayırlı amel.

Lugatlardaki bu açıklamalar, kelimenin almış olduğu tüm mânâlarının birer izâhları olduğu gibi, ilgili âyete bakıldığında da bir sınırlamanın olmaması ve sâir mânâlarına işâret eden zâtların da bulunması; yalnızca maddî cihâd mânâsında mutlak olmadığını gösteriyor.

Ekser ulemânın ‘maddî cihâd’ mânâsını kabûl etmesine mukâbil, bu kabûle ters olmamakla birlikte, asrımızdaki cihâd’ın da ta’rifinin yeniden yapılması lâzım geldiğini, bu husûstaki delîller ve izâhları da takdîm ederek göstereceğiz. Amma evvelen kasdettiğimiz beyânları kaydedelim…

İşte yukarıda yazdığımız mânâları teyîd eden bâzı beyânlar; Hanefi Fıkhı âlimlerinden Kâsâni el-Bedâyi’de, Allah yolunda ifâdesini Allah’a (celle celâluhu) yaklaştıran bütün işler olarak tefsîr etmiştir.

Ayrıca “Allah’a (celle celâluhu) itaat ve hayır yolunda bulunan herkes ihtiyaç sahibi ise buna girer, zirâ fi-sebilillah ifâdesi, mescit inşâsını ve tamirini ve benzer yerleri de içine alır. Hz. Enes ve Hz. Hasan (radıyallahu anhûma) şöyle demişlerdir: ‘Köprülere, yollara harcanan mallar geçerli bir sadakadır.’ 5 demişlerdir.

Yine “Şer’î ilimleri öğrenen öğrencilere de zekât helâl olur, çünkü ilim tahsil etmek farz-ı kifâyedir, böyle kimselerin kazanç elde etmekle meşgûl olarak ilim tahsilinden kopmalarından korkulur. Hatta Hanefilerden bir kısmı Allah yolunda ifâdesini ‘ilim öğrenmek’ mânâsında almışlardır ve ilim öğrenen kimse zengin de olsa bu ifâdenin içine girer.” 6 denilmiştir.

Âyette zikredilen ‘Müellefe-i Kulûb’ hakkında da denilmiştir ki; “Müellefe-i Kulûb, üç kısım idiler. Bir kısmı kâfir idi. Peygamber (s.a.v), kalplerini İslâm’a yatıştırmak için onlara zekât verirdi. İkinci kısma, şerlerinden kurtulmak için verirdi. Üçüncü kısım, müslüman olmuşlardı. Ama müslümanlıkları zayıf idi. Bunları, “sâbit müslüman” olsunlar diye yatıştırırdı. Bu hüküm, nassla sâbit olmuş bir hüküm idi. Binâenaleyh,“Zekâtı kâfirlere vermek nasıl câiz olur?” sûaline, “Bu, o zaman fakirlerin cihadından ma’dûd idi.” Yahut, “Bu, cihaddandır. Çünkü cihâd bâzen süngü ile, bâzen de ihsânla olur” diye cevâb vermeye hâcet yoktur. Bunu Fetih sâhibi de söylemiştir 7

Ayrıca Bedâyi sâhibi فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ için “bütün kurbetler” yâni Allah’a yakın olmaya sebeb olan amel-i sâlih diye de tefsîr etmiştir.

Bu kaydettiğimiz içtihâdlar ve beyânlar şüphesiz ki şu zamân için çok ehemmiyetlidir ve ayrıca bu asırda ehl-i îmân’ın mânevî imdâdına gönderilen ve Kur’ân’ın bir dersi olan Risâle-i Nûr’ların Müellifinin de bir beyânı var, onu da dinleyelim:

BEDÎÜZZAMAN SAİD NÛRSÎ HAZRETLERİ NE DİYOR?

Bedîüzzaman Said Nûrsî Hazretleri’nin, zekât ve sadakaların milletin menfaatine ve hizmette istimâline olan ihtârı ve Nûr’un şâkirdlerine bir dersidir :

“S- Biz kuvvetimizi nasıl toplayıp, nâmûs-u İslâmiye-i milliyeyi muhâfaza edeceğiz?

C- Fikr-i milliyet ile, milletin cevfinde havz-ı kevser gibi bir havz-ı ma’rifet ve muhabbet yapınız. Altındaki suyunu çeken delikleri, maarif ile kapatınız. İçine su akıtan yukarıdaki mecrâları, fazîlet-i İslâmiye ile açınız. Büyük bir çeşme var, şimdiye kadar sû’-i istimâl ile şûristana (çorak yerlere) dağılıp bazı seele (dilencileri) ve acezeye (düşkünleri) neşv ü nemâ verdi. Bu çeşmeye güzel bir mecrâ yapınız, mesaî-yi şer’iye (şeriâta uygun olan gayretler, çalışmalar, çabalar) ile şu havuza dökünüz. Sonra da bostan-ı kemâlâtınıza su veriniz. Bu, hiç bitmez ve tükenmez bir menba’dır.*

{*} : Kırkbeş sene evvel bedevi aşâire olan bu dersler, şimdi Nûr’un şâkirdlerine de bir ders olabilir diye kalbime ihtâr edildi. Ben de Medreset-üz Zehrâ erkânına havâle ederim. Lüzûmsuz, münâsib olmayan kelimeleri çıkarıp bu zamana ve Nûrculara muvâfık kısmını yazsınlar. Tâ Eski Said dahi bir Nûrcu olsun, o zamanda münferid kalmasın.}

S- Nedir o çeşme?

C- Zekât. Sizler Hanefî ve Şafiîsiniz.

Suâl: {1: Darılma, şu kelâm zekâtın postunu giymiş.}

8 حَبَّذَا وَنِعْمَتْ اِنْ لَمْ تَذْهَبْ غَائِضَةً بَلْ فَاضَتْ اِلَى تِلْكَ الْخَزِينَةِ

Cevâb: 

9 اَجَلْ اِنَّ فِيكُمْ ذَكَاوَةً اِنَّمَا تَتَزَاهَرُ بِالزَّكَاةِ

S- Nasıl?

C- Eğer ezkiya zekâvetlerinin zekâtını ve ağniya velev zekâtın zekâtını milletin menfaatına sarfetseler; milletimiz de başka milletlere yolda karışabilir.

S- Daha başka?

C- İânât-ı milliye-i İslâmiye (İslâmda milletçe yapılan yardımlar) denilen nüzûr (adak ve nezirler) ve sadakât (sadakalar), zekâtın ammizâdeleridirler, asabiyetini çekerler, hizmette yardım edecekler.” 10

“C- Şu medrese, çekirdek gibi bilkuvve bir şecere-i tûbâyı tazammun eyliyor. Eğer hamiyet ve gayretle yeşillense, tabiatıyla madde-i hayâtını cezb ile sizin kuru kesenizden istiğnâ edecektir.

S- Ne cihetle?

C- Çok cihetle.

Birincisi: Evkâf (Allah yoluna hizmet için verilen tasadduklar, sâhibi tarafından şeriâta uygun olarak bir hayır, iş ve hasenâta tahsîs olunmuş mülk veya mallar), hakkıyla intizâma girse, şu havuza tevhîd-i medâris (medreseler, ders okunan yerler, talebe-i ulûmun ikâmetgâhları, din ve îmân dersinin verildiği yerler) tarîkıyla bir mühim çeşmeyi akıtacaktır.

İkincisi: Zekâttır. Zira biz hem Hanefî, hem Şafiîyiz. Bir zamandan sonra o Medreset-üz Zehra İslâmiyete ve insaniyete göstereceği hizmetle, şübhesiz bir kısım zekâtı bil’istihkak kendine münhasır edecektir. Bahusus zekâtın zekâtı da olsa kâfidir.

Üçüncüsü: Şu medrese neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziyâ ile, İslâmiyete edeceği hizmetle ukûl yanında en a’lâ bir mekteb olduğu gibi; kulûb yanında en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zâviyeyi temsil edecektir. Nasıl medrese, öyle de mekteb, öyle de tekke olduğundan; İslâmiyetin iânât-ı milliyesi olan nüzûr ve sadakât kısmen ona teveccüh edecektir.” 11

Evet, Hazret-i Üstâd’ın, kalbine gelen ihtâr ile Nûr Şâkirdlerine verdiği bu dersin gâyet açık ve anlaşılır olduğu kanaatiyle tafsilâta girmiyoruz ve asrımızdaki cihâdları ta’rif eden bir beyânı daha kaydediyoruz.

ASRIMIZDAKİ CİHÂD

Evvelâ arz edelim ki; cihâd mes’elesi tamâmen müstâkil bir konudur ve bizim makâlemizin ana konusu olmadığından, temâsımız ancak mes’elemize baktığı ölçüdedir.

Âyette zikredilen ‘Allah’ın yolunda’ ifâdesinin, maddî cihâdı kasdettiğini ekser ulemânın kabûl ettiğini kaydetmiştik. Ulemâ’nın kabûlüne aykırı olmamakla beraber, bu asırda ve şu zeminde cihâdların yalnızca top, tüfek, tank ve asker ile yapılmadığını, bilakis, ekonomik, siyâsi ve psikolojik unsurlarla berâber, yazılı ve görsel medya üzerinden de yürütülen sistematik savaşların, mücâdelelerin olduğunu hepimiz biliyoruz ve görüyoruz.

Yusuf El-Kardâvî’nin12 bu husûstaki beyânatını takdîm ediyorum:

“Cihad kalemle ve dille de yapılabilir. Fikir, eğitim, sosyal, iktisadi ve siyasi açıdan cihad yapılabilir. Tüm bunlar cihaddan sayılır. Maddi ve bedeni yardıma muhtaçtır. Önemli olan bu cihad çeşitlerinin ‘Allah Yolunda’ ve İslâm’ın zaferi adına yapılmasıdır. İ’lâ-yı kelimetullah adına yapılan, hangi cihad olursa olsun hepsi de ‘Allah Yolunda’dır.

Allah’ın dinine, yoluna ve şeriatına yardım, bazen savaşla gerçekleşir. Ama bazı asırlarda da -bizim asrımızda olduğu gibi- psikolojik, fikri ve nefsi cihad, maddi ve askeri cihaddan daha etkili tesirler bırakabilir.

İslâm yolunda cihad sadece savaş metoduyla gerçekleşmez. Bu konuda Alah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle sordular: ‘Hangi cihad daha faziletlidir?’ Peygamberimiz de; ‘Sultanın karşısında hakkı konuşmak’, diye buyurmuştur.

Müslim sahihinde İbni Mes’ud’dan (radıyallahu anh) Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dediğini rivayet etmiştir. ‘Allah’ın benden önce gönderdiği bütün peygamberlerin çevrelerinde, ümmetleri içinden seçtikleri sahabileri ve havarileri vardı. Bunlar peygamberlerinin sünnetlerine sarılırlar ve emirlerini yerine getirirlerdi. Bu kişilerden sonra durum değişir, insanlar onların yapmadıkları şeyleri onlara isnad ederler ve onların istemedikleri şeyleri yapmaya başlarlar. Kim onlara karşı eliyle cihad ederse Mü’mindir, kim diliyle cihad ederse Mü’mindir, kim kalbiyle cihad ederse Mü’mindir. Artık bunun da ötesinde bulunan kişilerde hardal tanesi kadar iman bulunmaz.’

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır. ‘Müşriklerle mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin.13

Bahsettiğimiz cihad çeşitleri ve İslâmî etkinlikler her ne kadar nasslarla ifade edilen cihad manasının kapsamına girmese de kıyaslarla bunlara hamletmek mümkündür. Çünkü her ikisi de İslâm’ın zaferini ve savunulmasını amaçlayan, düşmanlara karşı İslâm’ı savunan, İlayi kelimetullahı yeryüzünde yükseltmeye çalışan bir nitelik arzetmektedir.

Normal şartlar dâhilinde (mecbûri bir gereksinme yokken) okul yapmak, güzel bir iş ve gayret sayılırken, cihad olarak değerlendirilmez. Şâyet ilim ve irfan yuvaları koministlerin, lâiklerin veya Masonların elinde bulunuyorsa, o zaman okul yapmak en büyük cihadlardan sayılabilir. Bu tür okullar sayesinde, Müslümanların tahrip edilen fikri ve ahlaki yapıları korunacak, laik ve gayri İslâmî düşünceler arındırılmış olacaktır.

Yıkıcı ve zararlı faaliyetlerde bulunan kütüphanelere karşı İslâmî içerikli kütüphaneler açmak büyük cihaddan sayılabilir. Müslümanların sağlık problemlerinin halli ve onları saptırıcı misyoner kuruluşlardan kurtarmak için hastaneler inşa etmek de bazen cihat sayılır. Tabiki fikri ve kültürel amaçlı kuruluşlar daha önemli ve daha tesirlidir.

Allâme Reşit Rıza’nın belirttiği gibi, zekâtın bir kısmını Allah yolunda, İslâmî hükümlerin getirilmesi gayretinde bulunan yerlere harcanması gerekir. İşte bu, kâfirlerin saldırılarından İslâmı korumak için en önemli bir konum arzeder. Aynı zamanda kılıçla (bugünkü tabirle; savaşla) savunmanın olmadığı alanlarda İslâmî hükümlerin kalemle ve dile savunulmasının yapıldığı alanlara harcanmalıdır. 

İslâm’ın ilk dönemlerinde ordunun silah ve mühimmat bakımından donatılıp teçhiz edilmesi işi genel bütçeden sağlanıyordu. Yoksa zekât mallarından çıkarılıp verilmezdi. Zekât gelirleri de gönüllü mücâhitlerin ihtiyaçlarına ve benzeri yerlere harcanırdı.

Günümüzde (cihad için) savunma harcamaları genel bütçenin üzerindedir. Çünkü savunma ihtiyacı, zekât miktarının karşılayamayacağı miktarlara ulaşmaktadır. Zekât gelirleri savunma harcamaları için kullanılsa ne zekât miktarı buna yeter, ne de savunmanın masrafı karşılanabilir.

Bu nedenle günümüzde zekât gelirlerinin, eğitim ve öğretim amacı güden alanlara harcanması daha uygundur.

Bu yüzyılda İslâm risaletinin ihtiyaç hissettiği birçok çalışma alanları gösterebiliriz. Bu alanlar cihad faaliyeti göstermeye daha lâyıktır.

İslâm ülkelerinde uyanışa vesile olacak İslâm merkezlerinin kurulması, Müslüman gençleri İslâm’a teşvik edecek ve gerçek İslâm’a yönelimlerini sağlayacaktır. Aynı zamanda bu tür kuruluşlar gençlerin dinsizliğe kaymalarını önleyecek ve bozuk fikirlere çarpık ahlak anlayışlarına kapılmalarına engel olacaktır. Tüm bunlar da İslâm’ın zaferi, şeriatın hâkimiyeti ve İslâm düşmanlarına karşı yapılan direnişlerden sayılır. Hepsi de ‘Allah Yoluna’ dâhildir.

İhlaslı, emin ve dürüst insanların, yukarıda saydığımız alanlarda gayretle ve şevkle çalışmaları, dine hizmet için bir takım planlar hazırlamaları, İslâm’ın nurunu ufuklara kadar çıkarmaları ve pusuda bekleyen İslâm düşmanlarının planlarını boşa çıkarmaları, gaflette olan İslâm ümmetini ikâz etmek için gayret ve çalışmaları, din için İslâm düşmanlarına karşı koymaları ‘Allah Yolunda’ cihaddır.

Bu saydığımız alanlara da zekâtların harcanması, Müslümanın zekâtını vermesi hatta zekâtından da fazlasını vermesi gerekir.14

Böylesi bir zeminde ve zamanda, maddî savaşların ve fikrî mücâdelelerin enstrümanlarının değiştiği ve farklı te’sir yöntemleriyle cihâd alanlarının genişlediği ve bilhassa dîn ile olan mücâhedenin yalnızca maddî kılınçlar denilen tanklar, tüfeklerle yürütülmediği, ehl-i dalâlet’in, ehl-i zındıka’nın bir şahs-ı mânevî sûretinde15 her yönden ve her cihetten ve tüm ve’sileleri kullanarak taarruz ettiği ve günümüzde TV, radyo, internet, belgeseller, filmler ile beraber gazeteler ve dergiler gibi yazılı ve görsel medya unsurlarının da aktif olarak kullanıldığı ve bilhassa dinsizliği yaymak ve İslâmiyeti tahrîp ve tahrîf etmek adına yürütülen daha nice yeni nesil silâhlarla sistematik bir savaş ve mücâdele yürütüldüğünün açıkça görüldüğü ve müşâhede edildiği bir zamandayız.

İslâmiyete, Kur’ân’a ve dîne karşı faaliyetler yürüten felsefe okulları, mason komiteleri, dernek ve vakıflar altında yürütülen teşebbüsler ve ehl-i îmân’ın îmânlarını sarsan, tereddüt ve şüphe tohumlarını eken zehirli ve bâtıl fikirler ve cereyanlar ile mücâdele ve mücâhede, yalnızca; tank ve tüfek ile midir?

Dinsizliğin yayıldığı ve bâtıl fikirlerin dimağlara enjekte edildiği bir zamanda, hakîkat-ı İslâmiye’yi anlatacak, izâh edecek ve müdafaa edecek ehl-i ilmin yetiştirileceği ve umûm beşere İslâmiyet’in hakîkatini duyuracak medreselerin, ilim ve irfân yuvalarının, bu nev’deki hizmet binâlarının ve bilhassa medresetü’z-zehrâ gibi akademik te’sislerin inşâsı, ehl-i dalâlete ve zındıkaya karşı birer kal’â hükmünde değil midir ve büyük bir cihâd hükmünde olmaz mı…

Bedîüzzaman Hazretlerinin Münâzarat’taki dersi, bizim için bu zamana bakar en mühim bir ders ve ikâz olmakla beraber, diğer kaydettiğimiz mu’teber beyânların da doğrultusunda, zekât ve sadaka havuzlarının bu mecrâlarda istimâlinin ne kadar mühim ve hayırlı ve elzem olduğunu anlıyoruz.

‘Müşriklerle, mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihâd edin’16 ihtâr-ı hadisi ile, cümlesinin ‘hâlis ve ihlâsla’ olması kaydı ile, ‘Allah Yolunda’ olduğunu anlıyoruz.

Evet, “Ameller, ancak niyetlere göredir.”17

Buraya kadar içtihâdlarda delîl olarak gösterilen Tevbe Sûresi 60. âyette zikredilen فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ ifâdesinin mânâlarını ve mûteber zâtların beyânlarını ve Hazret-i Üstâd’ın Münâzarât’ta verdiği dersi ile birlikte asrımızda genişleyen ve farklı sûretlere bürünen cihâd alanlarını kaydettik.

Bu bölümde ise; Hazret-i Üstâd’ın, İslâmiyet adına, mücâhede-­i dîniye adına, hizmet-i Kur’ân adına verilen yâni şahsa âit olmayan zekât ve sadakaların alımından talebelerini men’ etmediğini, bilakis talebelerini; vâsıta-i cerr ve medâr-ı mâişet maksadıyla alınan şahsî zekât ve sadakalardan men’ ettiğini, zirâ aksi olsa idi “şimdi Nûr’un şâkirdlerine de bir ders olabilir diye kalbime ihtâr edildi” diyerek Münâzarat’da verdiği dersi ile zıddıyeti netice vereceğini, hem risâlelerdeki bahislerden, hem de bu husûstaki tatbîklerden misâller vermek sûretiyle göstermeye ve izâh etmeye çalışacağız.

Bu nev’den gelen suâller ve medyâda hâsıl olan tekrarlar nedeniyle, ilgili risâleleri tahlîllî bir sûrette ve bâzı satırları da nazar-ı dikkati celb etmesi niyetiyle koyu renk yazarak izâh ettik.

HAZRET-İ ÜSTÂD’IN,
TALEBELERİNİ ZEKÂTTAN MEN’ ETMESİNİN MÂHİYETİ

Hazret-i Üstâd’ın, vâsıta-i cerr ve medâr-ı mâişet için alınan sadaka, hediye ve zekâtlardan talebelerini men’ ettiğini ilgili risâlelerden izâh etmeye çalışalım.

Eski Said minnet almazdı. Minnetin altına girmektense, ölümü tercih ederdi. Çok zahmet ve meşakkat çektiği halde, kaidesini bozmadı. Eski Said’in senin bu bîçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve sun’î bir istiğna değil, belki dört-beş ciddî esbaba istinad eder.

Buradaki minnet, şahsına aldığında hâsıl olanıdır, zirâ devâmında vâsıta-i cerr ve medâr-ı mâişet için kişinin şahsına aldığı zekât veya sadakalara mukâbil, ehl-i dalâletin, ehl-i ilme bu noktadan hücûmunu nazara vererek talebelerini men’ ediyor.

“Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi; ilmi, vasıta-i cerr etmekle ittiham ediyorlar. ‘İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar’ deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzib lâzımdır.”

İkincisi: Neşr-i hak için Enbiyaya ittiba’ etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakîm’de, hakkı neşredenler:  اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ ٭ اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ diyerek, insanlardan istiğna göstermişler. Sûre-i Yâsîn’de اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ  cümlesi, mes’elemiz hakkında çok mânidardır.

Hizmet-i Kur’ân’iye için sarfedilen şahsî gayretlerin neticesini âhirete saklamak ve insanlardan ‘şahsen istiğna etmek’ ile Enbiya’ya (aleyhimüsselâm) ittibâ etmek…

“Üçüncüsü: Birinci Söz’de beyan edildiği gibi: Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır. Halbuki ekseriya ya veren gafildir; kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün’im-i Hakikî’ye ait şükrü, senayı, zahirî esbaba verir, hata eder.

Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisad öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şey ile değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem. Rezzak-ı Zülcelal’e yüzbinler şükrediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinaden, bakiyye-i ömrümü de o kaide ile geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum.

İnsanlardan ‘ahz-ı mal’ etmek ve ‘minnet ve zillet’ altına girmek; şahsî ihtiyaçlar ve geçim için alınanlardır ve onları almakla, âhirette alacağın bâkî defineleri burada tüketmektir… Yoksa, şahsımıza almadığımız ve hâliyle boğazımızdan geçmeyenler ve cebimize girmeyenler; âhiretimizdeki meyvelerimizi niye eksiltsin…

“Beşincisi: Bir-iki senedir çok emâreler ve tecrübelerle kat’î kanaatım oldu ki; halkların malını, husûsan zenginlerin ve memurların hediyelerini almağa me’zun değilim. Bazıları bana dokunuyor.. belki dokunduruluyor, yedirilmiyor. Bazan bana zararlı bir sûrete çevriliyor. Demek gayrın malını almamağa mânen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir. Hem bende bir tevahhuş var; herkesi, her vakit kabul edemiyorum. Halkın hediyesini kabul etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabul etmek lâzım geliyor.. o da hoşuma gitmiyor. Hem tasannu’ ve temelluktan beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en a’lâ baklavasını yemek, en murassa’ libasını giymek ve onların hatırını saymağa mecbur olmak, bana nâhoş geliyor.”

‘Hediyelerini almağa’, ‘dokunuyor’, ‘yedirilmiyor’, ‘baklavasını yemek’, ‘libasını giymek’ ifâdelerinin de, şahsa münhasıran alınanları ve verilenleri kapsadığı gibi… Altta kaydettiğimiz ‘Altıncısı’ bahsi de aynı mâhiyettedir.

“Altıncısı ve istiğna sebebinin en mühimmi: Mezhebimizce en mu’teber olan İbn-i Hacer diyor ki: ‘Salahat niyetiyle sana verilen bir şeyi, sâlih olmazsan kabul etmek haramdır.”

İşte şu zamanın insanları hırs ve tama’ yüzünden küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi günahkâr bir bîçareyi, sâlih veya veli tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer hâşâ ben kendimi sâlih bilsem; o alâmet-i gururdur, salahatin ademine delildir. Eğer kendimi sâlih bilmezsem, o malı kabul etmek caiz değildir. Hem âhirete müteveccih a’male mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.18

‘Verilmek istenen ekmek’; şahsa verilmek istenen hediye ve sadakalara işâret ettiği gibi, âhirete müteveccih a’mâle mukâbil sadaka ve hediyeyi almak da; ‘şahsına almak’ mânâsındadır, ancak o vakit âhirette kendisine verilecek ni’metleri dünyâda yemek olur…

Ve risâlelerden bir misâl daha,

“hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet  fikrini daima beslemiş. Ve bilfiil onların hakikat-ı ihlaslarına ve sadıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hacat-ı maddiyelerinin  tedarikiyle meşgul olup, vakitlerini zayi’ etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip, hürmet etmişler.”19

Duyulan bu hürmet ve muâvenet hissiyle, o şahsın hacât-ı maddiyeleri için verilen sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım etmek, yine kasdettiğimiz, ‘şahsa verilenler mânâsıdır’ zâhir görünüyor.

Altta kaydettiğimiz iki bahis de aynı mânâları te’yid ediyor.

“Bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmare hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır.” 20

‘Bize âit olmayandan, bize verilmeyenden’; maddî bir menfaat gelmeyeceği, beklenilmeyeceği ve başkasına kaptırmamak gibi bir hiss-i menfaati uyandırmayacağı sâbit olduğundan, buradaki ikâz da yine şahsımıza gelecek olan bir maddî menfaate karşı yazılmış…

Nâstan gelen maddî ve manevî ücretten istiğna etmekle {(Haşiye): Sahabelerin sena-i Kur’âniyeye mazhar olan “îsâr” hasletini kendine rehber etmek. Yani: Hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek ve hizmet-i diniyenin mukabilinde gelen menfaat-ı maddiyeyi istemeden ve kalben taleb etmeden, sırf bir ihsan-ı İlâhî bilerek, nâstan minnet almayarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır. Çünki hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlas kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet onların mâişetlerini temin etsin. Hem zekata da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, belki  verilir. Verildiği vakitte, hizmetimin ücretidir denilmez. Mümkün olduğu kadar kanaatkârane başka ehil ve daha müstehak olanların nefsini kendi nefsine tercih etmek…}” 21

Koyu yazılmış ifâdelerle birlikte, ‘onların mâişetlerini’  ve ‘hizmetimin ücretidir’ ifâdeleri, buraya kadar kasdettiğimiz mânâları zâhir olarak gösterdiği kanaatindeyiz…

Altta da, ‘ihtiyacımı izhara tenezzül edemiyordum’ diyerek kasdettiğimiz mânâyı yine te’yid var.

“Hattâ ben, fakir ve muhtaç olduğum ve zâhid ve sofi ve riyazetçi olmadığım ve büyük bir şeref ve haysiyet ve hanedanlık haysiyetinden, şan ü şerefinden hissedar olmadığım halde, -tarihçe-i hayatımda yazıldığı gibi- küçükten beri halkların mallarını, hediyelerini kabul edemiyordum; ihtiyacımı izhara tenezzül edemiyordum. Beni bilenler gibi, ben de çok hayret ederdim. Şimdi hassaten birkaç sene zarfında anlaşıldı ki, Risale-i Nur’un dehşetli bir mücahedesinde, tama’ ve mal yüzünden mağlub olmamak ve itiraz gelmemek için o halet-i ruhiye bize ihsan edilmişti. Yoksa düşmanlarım, o cihetten büyük bir darbe indirecektiler…” 22

Dikkat edersek, ‘ihtiyacımı izhâra tenezzül edemiyordum’ ifâdesi; şahsî hacâta… Ve ‘tama ve mal yüzünden’ ifâdesi ise; şahsa alınmak istenenlere… Ve ‘itiraz gelmemek için’ ifâdesi ise; ehl-i dalâletin daha önce kaydettiğimiz mezkûr ithâm ve tenkîdlerine bakar mânâlarda yazıldığını gösteriyor.

Buraya kadar kaydettiğimiz mânâların bir hulâsâsı olan fihristedeki yeri de kaydederek, diğer nüanslara geçelim:

“Bu zamanda zaruret olmadan, irşad-ı nâsa ve neşr-i dine çalışanların, sadakaları ve hediyeleri kabul etmemeleri lâzım geldiğinin sırrını dört sebeble beyan eder. اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ âyeti ile اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا âyeti gibi insanlardan istiğna hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsîr eder. Ve ilim ve dini neşre çalışan insanlar, mümkün olduğu kadar istiğna ve kanaatla hareket etmezse; hem ehl-i dalaletin ittihamına hedef olur, hem izzet-i ilmiyeyi muhafaza edemez. Hem salahat ve neşr-i din gibi umûr-u uhreviyeye mukabil hediyeleri almak, âhiret meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.” 23  Kişinin şahsına almadığı mallar, âhiret meyvelerini eksiltmez çünki şahsına temâs ettirmiyor. Aynen bir Camii görevlisinin, Camii’ye yapılan teberru’yu almasının, onun âhiret meyvelerini eksiltmediği gibi..

Çok önemlidir ki: Şer’ân, sadaka ve zekât almak câiz ve ehl-i ilmin’de hakkı olduğu halde, zârûret olmadıkça irşâd-ı nâs’a ve neşr-i dîn’e çalışanların (ehl-i dalâletin mezkûr ithâmlarına ma’rûz kalmamaları ve hizmetlerindeki ihlâslarına bir zarar gelmemesi ve hakâik-i îmâniye’ye gölge düşmemesi gibi sebeplerle) sadakaları ve hediyeleri kabûl etmemeleri lâzımdır – denilmiş.

Ve buraya kadar kaydettiklerimiz üzerinden yaptığımız izâhların, kasdettiğimiz ve göstermeye çalıştığımız mânâyı anlaşılır kıldığı kanaatindeyim.

Unutulmamalıdır ki; aynı mânâyı ve mâhiyeti gösteren bu kadar kesretli ifâdeler, elbette kuvvetli bir bürhan hükmünde olur.

Bir başka çok önemli husûs:
Hazret-i Üstâd’ımızın, hayatı boyunca istiğna kâidesine bağlı kaldığı, mukâbelesiz bir şey almadığı yâni, geri çeviremediği bâzı şahıslardan ancak mukâbele kaydıyla aldığını biliyoruz. Dikkat edersek, şahsına verildiği için mukâbele ediyor! Yoksa, şahsımıza verilmeyen hediye veya sadakalar bize âit değildir ki, mukâbelesi bize âit olsun ve mukâbelesi lâzım gelsin.

“Hazret-i Üstad, kendi şahsı için birisi zahmet çekse, bir hizmetini görse, mukabilinde bir ücret, bir teberrük verir. Aksi halde, ruhuna ağır gelir, hoşuna gitmez.” 24

Bediüzzaman, küçük yaşından beri halkların mukabilsiz hediyelerinden istiğnâ etmiştir. Hediye kabul etmemeyi meslek edinmiştir. Zindandan zindana, memleketten memlekete sürgün edildiği zamanlarda, ihtiyarlığın tahmîl ettiği zarûretler içinde dahi, bu seksen senelik istiğnâ düsturunu bozmamıştır. En has bir talebesi, bir lokma bir şey hediye etse, mukabilini verir; vermese dokunur.” 25

Ve talebelerini de şahsî olarak sadaka ve hediye almaktan aynı hikmetle men’ ettiğine dâir risâlelerden birkaç misâl :

“Hem Üstadım eskiden beri izzet-i ilmiyeyi muhafaza için, sadaka ve hediye gibi şeyleri kabul etmediği gibi talebelerini de men’eder. Kimseye başını eğmez.” 26 

***

“Yanında bulunan talebelerini aynı kendisi gibi zekat ve hediye almaktan men’etmek. Onları da yalnız rıza-yı İlahî için çalıştırırdı. Hattâ çok zamanlar, talebelerini kendi iaşe ederdi (şahsî mâişetlerini, geçimlerini te’min ederdi demektir).” 27 

***

S- Misafirperverlik müstahsen bir âdetimiz olduğunu bilirken, neden kimseye misafir olmuyorsun? Talebelerinizi de ekmeğimizi yemekten, hediyemizi almaktan men’ ediyorsun. Halbuki size iyilik etmek borcumuzdur ve hakkınızdır. İşte şu âdetimiz قَدْ اَكَلَ الدَّهْرُ عَلَيْهَا وَ شَرِبَ Neden şu âdet-i müstemirreyi tezyif ediyorsun?

C- Evvela: İlim azizdir, zelil etmek istemem. Hem de size göstermek isterim ki: Bir kısım ehl-i ilim vardır ki; dünyaya tenezzül etmez ve san’at-ı ilmi, medar-ı maişet etmez.Talebe ise, cerrar (mâişeti için para toplayan) ve seele’den (mâişeti için dilenen’den) ayrıdır.” 28

Şahsa karşı verilen hediye veya sadakaları kasdettiği anlaşılıyor…

Elhâsıl, delîl olarak gösterilen risâlelerin bâzılarını buraya kaydettik ve bütünlük içinde mütâlaa edildiğinde, ehl-i ilmin zekât ve sadakaları almaya şer’an hakkı olduğu halde, bu zamanda ehl-i dalâletten gelen vâsıta-i cerr ve medâr-ı mâişet ithâmlarına ve tenkîdlerine karşı bunları fiilen tekzîb lâzımdır diyerek, Hazret-i Üstâd talebelerini men’ ediyor. Yoksa, İslâmiyet’in intişârı ve fütûhatı ve îmân hizmetlerinin te’sisi ve yürütülmesi ve bu nev’deki ulvî hizmetler ve gayretler için lâzım olan ve şahsımıza âit olmayıp, şahsımıza da verilmeyen zekât ve sadakaların alımından men’ etmiş değil. Ehemmiyetine binâen tekrar ediyoruz ki; Hazret-i Üstâd’ın kalbine gelen bir ihtâr ile Nûr Şâkirdlerine Münâzarât’da verdiği dersi bizler için yol göstericidir. Zâten bu maksadla bizlere ihtâr edilmiştir.

 Makâlenin 2. Bölümü için tıklayınız

Dipnotlar :
1: İsimlerin başında zikredilen Lâm’ın ‘Mülk’ mânâsı dışında farklı mânâları da vardır, meselâ ‘tahsis’ de bir mânâsı olduğu gibi, istihkâk, tebliğ, ta’diye gibi daha birçok mânâsı var. 
2: Saff Sûresi, 4. âyet
3: Bakara Sûresi, 190. âyet
4: Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, “Zekâtın Verileceği Yerler”, Prof. Dr. Vehbe Zuhaylî
5: İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, “Zekâtın Verileceği Yerler”, Prof. Dr. Vehbe Zuhaylî
6: İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, “Zekâtın Verileceği Yerler”, Prof. Dr. Vehbe Zuhaylî
7: Reddü’l-Muhtar, Ale’d-Dürrü’l-Muhtar, İbn-i Abidin, “Zekâtın Verileceği Yer”
8: “Eğer o su çekilip gitmez de bu hazineye dökülüp taşarsa ne âlâ!”
9: “Sizde öyle bir zekâ var ki, ancak zekât ile çiçek açar.”
10: Münâzarât
11: Münâzarât
12: Yusuf el-Kardâvî, Mısırlı dîn bilgini ve Dünya Müslüman Âlimler Birliği başkanı.
13: Sünen-i Ebû Dâvud, Kitabü’l-Cihâd; Sünen-i Nesâî, Kitabü’l-Cihâd; Sünen-i Dârimi, Kitabü’l-Cihâd
14: Çağdaş Meselelere Fetvâlar, Yusuf El-Kardâvî
15: “Ehl-i îmâna hücûm eden ehl-i dalâlet, -bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle- cem’iyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı mânevî ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman âlemindeki vicdân-ı umûmî ve kalb-i küllîyi bozuyor.” (Kastamonu Lâhikası)
16: Sünen-i Ebû Dâvud, Kitabü’l-Cihâd; Sünen-i Nesâî, Kitabü’l-Cihâd; Sünen-i Dârimi, Kitabü’l-Cihâd
17: Sahîh-i Buhârî, Kitâbü’l-Îmân; Sahîh-i Müslîm, Kitâbü’l-İmâre; Sünen-i İbn-i Mâce, Kitâbü’z-Zühd; Sünen-i Ebû Davûd, Kitâbü’t-Talâk
18: Mektûbât, İkinci Mektûb 
19: Lem’âlar, Yirmbirinci Lem’â, Dördüncü Düsturunuz 
20: Lem’âlar, Yirmbirinci Lem’â, Dördüncü Düsturunuz 
21: Lem’âlar, Yirmibirinci Lem’â, Birincisi 
22: Emirdağ Lâhikası-1 
23: Mektûbât, Fihriste-i Mektûbât 
24: Sözler, Konferans 
25: Sözler, Konferans 
26: Şuâlar, Ondördüncü Şuâ 
27: Tarihçe-i Hayat 
28: Münâzarât 

Sayfalar: 1 2