OnSekizinci Lem’â İ’tirâzlarına Reddiye – (Cebrâil ve Sekîne Bahsi)

Loading

Bir önceki makâlemizde yazmıştık ki;

“Hz. Ali’ye radıyallahu anh, Huzur-u Nebevî’de iken, Cebrâil aleyhisselâm tarafından Sekîne nâmıyla bir sayfa, Hz. Ali’nin radıyallahu anh kucağına bırakılıyor. Ehl-i Sünnet mâbeyninde herhangi bir i’tirâzın vuku’ bulmadığı bu hâdiseye, ehl-i ifrât gürûhu i’tirâz etmekle kalmıyor, bu hâdiseyi kabûl eden ve inananların tamamının küfürde olduğunu da ilân ediyor. Ve Onsekizinci Lem’â’da bahsedilen bu hâdise nedeniyle de, Bedîüzzaman Hazretlerinin, başına ‘mahremdir’ yazmasının, küfrü saklamak niyetiyle olduğunu iddiâ ederek, ortalığa yayıyorlar. Yalnız ehl-i ifrât değil, ehl-i fitne sıfatlarını da ziyâdesiyle işlettiriyorlar.” 

İlk makâlemizde ‘Mahremdir’ mes’elesine, ikinci makâlemizde ise ‘Me’hâz’ bahsine cevâblar verilmişti. Ve son olarak da ‘Hazret-i Cebrâil’in gelmesine ve Sekîne nâmlı sâhifeye’ isnâd edilen i’tirâzlara cevâb vereceğiz.

Eğer önceki makâlelerimizi okumamış olanlarınız varsa, evvelâ ilk iki makâlemizin okunmasını önemle tavsiye ediyorum.

Ehl-i i’tirâz ve ehl-i ifrât, Hazret-i Ali (radıyallahu anh) huzûr-u Nebevî’de iken Hazret-i Cebrâil’in (aleyhisselâm) görünmesini kabûl etmedikleri gibi, Hz. Ali’nin (radıyallahu anh)kucağına sâhife bırakılmasını da inkâr ederek, “Cebrâil, vahiy meleğidir, Hz. Ali’nin yanında ne işi olur” veya “Peygamber orada varken, sâhifenin Hz. Ali’ye verilmesi nasıl kabûl edilebilir” veya “Böyle bir sâhife verildiyse, Hz. Ali’nin de radıyallahu anh Peygamber olması lâzım gelir” veya “İçinde her türlü sırların olduğu bir sâhife verildiği iddiâ ediliyor, o zaman Kur’ân’dan da üstün bir şey verilmiştir. Peygamber’e verilmeyip, Hz. Ali’ye radıyallahu anh verilmiştir.” gibi, kısır ve sığ nazarlarından neş’et eden bozuk mahsûlatlarını ortalığa saçıyorlar…

Bu tâife, böyle bir hâdisenin vuku’undan Kur’ân’ın bahsetmediğini ve böylesi bir hâdisenin de Kur’ân’da bir örneğinin olmadığını ileri sürerek, “ancak ve ancak Kur’ân’dan delîl getireceksiniz yoksa küfürdesiniz” gibi ahmâkâne, câhilâne ve pek acip bir şaşırmışlık içinde ve kendilerini de hâkim makâmında görerek Ümmete karşı saldırmakta ve küfür ile ithâm etmektedirler. Bu nedenle, ‘Cebrâil ve Sekîne Bahsî’ altında kalplere ve zihinlere bırakılmaya çalışılan şüphelere karşı izâhlarda bulunacağız.

Hz. Ali (radıyallahu anh)Peygamberimizin (aleyhisselâtu vesselâm) huzûrunda iken Hazret-i Cebrâil (aleyhisselâm) gelebilir mi?

Evvelâ, ehl-i ulemânın da ittifakla kabûl ettikleri Hazret-i Cebrâil’in (aleyhisselâm) Hz. Meryem’in (radıyallahu anha) yanına gelmesi ve bizzat görünmesi ve kendisiyle de konuşması hâdisesini, bizzat Kur’ân’dan kaydedelim:

فَاتَّخَذَتْ مِنْ دُونِهِمْ حِجَابًا فَاَرْسَلْنَا اِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا

Meryem Sûresi – 17. âyet

“Kendini onlardan uzak tutuyordu; bu durumdayken kendisine ruh’umuzu(1) (vahiy meleğimizi) gönderdik; (bu melek) ona eli yüzü düzgün bir beşer kılığında göründü.” (2)

Peygamber olmadığı halde Hz. Meryem’in (radıyallahu anha) yanına vahiy meleği olan Cebrâil’in (aleyhisselâm) gönderilmesi, insan sûretinde temessülü ve konuşması, Kur’ân’dan kaydettiğimiz bir hakîkat ve bir delîldir. Demek mümkündür…

Ayrıca, Hazret-i Cebrâil’in (aleyhisselâm), birçok def’a insan sûretinde temessül ettiği, Sahabelerden Dıhye el-Kelbî sûretinde göründüğü de sahîh kaynaklarda nakledilir.

Meselâ, alttaki hâdise de mes’elemize bakar tarzda pek ehemmiyetlidir.

حَدَّثَنَا حَفْصُ بْنُ عُمَرَ، حَدَّثَنَا شُعْبَةُ، عَنْ عَدِيِّ بْنِ ثَابِتٍ، عَنِ البَرَاءِ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ، قَالَ: قَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لِحَسَّانَ: «اهْجُهُمْ – أَوْ هَاجِهِمْ وَجِبْرِيلُ مَعَكَ

Berâ İbn Âzib radıyallahu anh dedi ki: “Peygamber sallallâhu aleyhi vessellem Hassân İbn Sâbit’e : ‘Onların (Müşriklerin) hicivlerine karşılık ver! Cibrîl de seninle beraberdir, yanındadır’ (başka rivâyetlerde) ‘seni te’yide devâm edecektir.’ diye buyurdu.” (3)

Sahîh-i Müslim’de, Rûhu’l-Kudüs diyerek rivâyet edilen aynı mânâda başka hadisler de vardır.

Şimdi dikkat ederseniz, Hassân İbn Sâbit’in yazacağı şiire Hazret-i Cebrâil’in (aleyhisselâm)mânevî bir yardımı olmuş ve ilhâm nev’inde olduğunu tahmîn ettiğimiz bu yardım sonrasında soruyoruz…

Hani Cebrâil (aleyhisselâm) yalnızca vahiy meleği idi!?

Şimdi bu durumda yazılan şiiri, Kur’ân ve âyet makâmında mı telakkî edeceğiz!

Sığ nazarlar…

Bakınız kardeşlerim bu hadis, Buhârî, Müslim ve Müsned kaynaklıdır! Mes’elemizi te’yid eden ve iddiâları da reddeden bir delîldir.

Bir başka hadis daha:

قَالَ: وَأُنْبِئْتُ أَنَّ جِبْرِيلَ عَلَيْهِ السَّلَامُ، أَتَى نَبِيَّ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، وَعِنْدَهُ أُمُّ سَلَمَةَ، قَالَ: فَجَعَلَ يَتَحَدَّثُ، ثُمَّ قَامَ فَقَالَ نَبِيُّ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لِأُمِّ سَلَمَةَ: «مَنْ هَذَا؟» أَوْ كَمَا قَالَ: قَالَتْ: هَذَا دِحْيَةُ، قَالَ: فَقَالَتْ أُمُّ سَلَمَةَ: ايْمُ اللهِ مَا حَسِبْتُهُ إِلَّا إِيَّاهُ، حَتَّى سَمِعْتُ خُطْبَةَ نَبِيِّ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ – يُخْبِرُ خَبَرَنَا أَوْ كَمَا قَالَ: قَالَ: فَقُلْتُ لِأَبِي عُثْمَانَ: مِمَّنْ سَمِعْتَ هَذَا؟ قَالَ: مِنْ أُسَامَةَ بْنِ زَيْدٍ 

Mu’temir İbn Süleyman dedi ki: “Cibrîl aleyhisselâm Allah’ın Peygamberi’ne gelmişti. Bu sırada Peygamber’in yanında (kadınlardan) Ümmü Seleme bulunuyordu. Cibrîl Peygamber’le konuşmaya başladı. Sonra kalkıp gitti. Allah’ın Peygamberi, Ümmü Seleme’ye :
– Bu kimdir? diye sordu. Yahut kendi buyurduğu gibi bir suâl sordu. Ümmü Seleme:
– Bu Dıhye’dir dedi. Ümmü Seleme yine şöyle dedi: Allah’a yemîn ederim ki, Allah’ın Peygamberi, Cibrîl ile bizim hallerimizi (ve aldığı vahyi) sahâbilere haber vermek üzere îrâd ettiği hutbesini işitinceye kadar ben Cibrîl’i hiç şüphesiz Dıhye Sandım.”
 (4)

Ve bu hadisi de kaydedelim:

حَدَّثَنَا عَبْدُ اللهِ بْنُ عَبْدِ الرَّحْمَنِ الدَّارِمِيُّ، أَخْبَرَنَا أَبُو الْيَمَانِ، أَخْبَرَنَا شُعَيْبٌ، عَنِ الزُّهْرِيِّ، حَدَّثَنِي أَبُو سَلَمَةَ بْنُ عَبْدِ الرَّحْمَنِ، أَنَّ عَائِشَةَ، زَوْجَ النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، قَالَتْ: قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «يَا عَائِشُ هَذَا جِبْرِيلُ يَقْرَأُ عَلَيْكِ السَّلَامَ» قَالَتْ: فَقُلْتُ: وَعَلَيْهِ السَّلَامُ وَرَحْمَةُ اللهِ. قَالَتْ: وَهُوَ يَرَى مَا لَا أَرَى 

Hazret-i Âişe şöyle dedi: “Rasûlullah sallalâhu aleyhi vessellem ‘Yâ Âişe! Bu (yanımdaki) Cibrîl’dir, o sana selâm söylüyor’ buyurdu. Ben de : ‘Ve aleyhisselâmu ve rahmetullahi (ve berekâtuhu) (Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi onun da üzerine olsun!) diye karşıladım. Sen (Peygamberimizi kastederek) benim görmediğimi görüyorsun! dedim.’”(5)

Hazret-i Cebrâil’in, Hz. Âişe annemize (radıyallahu anha) selâm iletmesi ve onunla Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) üzerinden konuşması, mes’elemize bakar bir başka delîldir.

Ve son olarak da vuku’ bulan alttaki hâdiseyi kaydedelim:

وَبَيَانِ النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَهُ، ثُمَّ قَالَ: «جَاءَ جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السَّلاَمُ يُعَلِّمُكُمْ دِينَكُمْ» فَجَعَلَ ذَلِكَ كُلَّهُ دِينًا، وَمَا بَيَّنَ النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لِوَفْدِ عَبْدِ القَيْسِ مِنَ الإِيمَانِ، وَقَوْلِهِ تَعَالَى: {وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الإِسْلاَمِ دِينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ 

Buhâri ve Müslim’de nakledilmiştir ki; Hazret-i Peygamber (sallallâhu aleyhi vessellem) ashâbı ile bir arada otururken, Cebrâil’in insan sûretinde gelerek Hazret-i Peygamber’e îmân, islâm, ihsân ve kıyâmet hakkında sorular sorması ve kalkıp gittikten sonra da Peygamberimizin (sallallâhu aleyhi vessellem) ashâbına: “O Cebrâil idi. Size dîninizi öğretmek için gelmişti”demesidir. (6)

Bu hâdise de bizzat Sahâbe Efendilerimiz huzur-u Nebevî’de iken cereyân etmiştir. Demek Hazret-i Cebrâil (aleyhisselâm) gelebiliyor ve gelmiş, görünebiliyor ve görünmüş ve hatta Sahâbe Efendilerimize de bakar bir menfaat ve fâide üzerine bir takım sorular sorarak hem konuşmuş, hem de onlara dînlerini öğretmiştir!

Meleklerin de görünme şekliyle ilgili şu hadisi de ehemmiyetine binâen kaydediyorum:

Buhâri ve Müslim’in ittifakla haber verdiği üzere, “Üseyd b. Hudayr, bir gece Bakara Sûresini okurken başını göğe doğru çevirir ve içinde kandilleri andıran parıltılarla dolu bulut gibi bir şey görür. Durumu Peygamberimize aleyhissalâtu vesselâm anlatınca, “Onlar Meleklerdi. Senin sesini duymak için yaklaşmışlardı. Eğer okumaya devâm etseydin, sabaha kadar orada olurlardı. Herkes de gelip onlara bakar görürdü zirâ melekler böyle bir durumda insanlardan uzaklaşmazlar.” buyurdu. (7)

Evet, Hazret-i Cebrâil (aleyhisselâm) ile ilgili hâdiseler bu kadarla sınırlı değildir. Hazret-i Peygamberin (aleyhissalâtu vessellâm), Hazret‑i Hamza’ya Hazret-i Cebrâil’i göstermesi de iyi bilinen meşhûr bir hâdisedir ve daha bunlar gibi birçok vuku’ bulmuş hâdise, hadislerle bizlere nakledilmiştir. Bu delîllerin maksadımıza kifâyet ettiği kanaatiyle daha fazlasını kaydetmiyorum..

Bütün bunlar netice veriyor ki; Hazret-i Cebrâil (aleyhisselâm) beşer içine teşrîf ettiği ve insan sûretinde temessül ettiği, göründüğü ve konuştuğu ve hatta bizzat te’yid ve takviye vazîfesi gördüğü ve sâir meleklerin de kandiller içinde bulutumsu görünebilmelerine kadar bütün bu hâdiseler; Hazret-i Cebrâil’in vahiy hâricinde de çok işler gördüğü ve Mü’minlere muâvenet ve yardım için de vazîfelendirilebildiğini açıkça gösteriyor.

Elbette ki Hazret-i Cebrâil’in Mâliki ve Sâhibi olan Cenâb-ı Hakk (celle celâluhu), dilerse ve hikmeti de iktizâ ederse, Resûl-ü Ekrem’in husûsi duâsına icâbet ettirir… Ve beşer sûretine giren, gökkuşağı sûretine de girer, buna hiçbir mâni ve engel yoktur. Sâhib-i Hakîkisi nasıl murâd ederse o şekle girer, nerede olması istenirse orada olur vesselâm… 

Bir diğer i’tirazları ise, Hazret-i Cebrâil’in (aleyhisselâm) huzûr-u Nebevî’de iken Hz. Ali’nin kucağına sâhife bırakmasına ve o bırakılan sâhifenin de mâhiyetine dâirdir.

Bir diğer i’tirazları ise, Hazret-i Cebrâil’in (aleyhisselâm) huzûr-u Nebevî’de iken Hz. Ali’nin kucağına sâhife bırakmasına ve o bırakılan sâhifenin de mâhiyetine dâirdir.

Teşbihte hata olmaz kâidesiyle bir temsîl ile izâh edelim: Büyük ve küllî hizmetlerin görüldüğü bir büyük fabrikada, o fabrikanın sâhibi kendi dilemesiyle ve en yakın yardımcısının da (yâverinin) istemesiyle, istikbâlde vazîfe başına geçecek olan bir şahsa, o vazîfesi hengâmında hâsıl olabilecek hâdiselere ve sıkıntılara karşı kendisine nasıl ulaşabileceğinin özel bir ta’rifini gösteren bir pusulayı, hem merhametinden, hem yâverinin dilemesinden, hem de istikbâldekileri de kucaklayan şefkatinden göndermesi, akıldan, hikmetten ve mantıktan uzak olmadığı gibi, binler teşekkürü ve minneti de kendisine ettirecek bir lütûftur…

Aynen böyle de, nasıl ki Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm), Hazret-i Osman’ın istikbâlde başına gelecek hâdisatından ona sır olarak haber vermiştir ve Ashâb-ı Kirâm’ın büyüklerinden olan Ebû Abdullah Huzeyfet’übnü Yemân’a da çok sırlar vermiştir, elbette Îmâm-ı Ali’nin de (radıyallahu anh) istikbâlde başına gelecek hâdiselere karşı kendisine bâzı sırlar vermesi ve o dehşetli hâdiselere karşı Cenâb-ı Hakk’a (celle celâluhu) duâ ve münâcâtı ne’ticesinde bir istimdâd ve meded sûretinde eline bir pusula verilmesi gâyet doğaldır, akla da, Kur’ân’a da zıt değildir.

Şimdi kalkıp bu hâdiseyi Peygamberlikle mukâyese etmek, Kur’ân-ı Azîmmüşşân ile rekâbet ettirmek ne derece hatalı ve bozuk bir zihnin mahsûlüdür, basîretinize ve nazar-ı dikkatinize havâle ediyorum.

Hz. Ali’ye (radıyallahu anh) sâhife verilirse, bu Kur’ân olur diye iddiâ ediyorlar..!
Ey insafsızlar!
Buna siz mi karar veriyorsunuz!?

Bu iddiâyı ortaya atmanız, Peygamber’in huzûrunda bu hâdisenin vuku’unu da kabul etmeniz üzerine söylediğinizdir. O vakit en evvelen (hâşâ sümme hâşâ) sâhifenin Sâhib-i Hakîkisini ve o sâhifeyi getiren Cebrâil’i (aleyhisselâm) ve nihâyetinde o makâmda hâzır bulunan ve nûrun hakîki sâhibi olan Hazret-i Peygamberi, (hâşâ sümme hâşâ) gâfil yerine koyan beyânlarınızdan titreyiniz..!

Sû-i zann’ınız ve bozuk fikriniz sizi öyle sersemlettirmiş ki, şaşırmışsınız!

Geri kalan i’tirâzlara ve isnâdlara karşı, Hz. Ali (radıyallahu anh) Kasîde-i Ercûze’de ne diyor sözü ona bırakalım zirâ, bu ehl-i ifrat’ın iddiâlarına en güzel cevâblar yine kendisinin kelâmları ve beyânlarındadır…

{ Bu iddiâyı ortaya atanların Hz. Ali’ye (r.a.) verilen sayfa için sürekli ‘kitap’ diye bahsetmeleri, arapça صحيفة kelimesinin kitap mânâsına da geliyor olmasındandır. Fakat onların kasıtlı olarak ‘kitap’ diye telaffuz etmeleri ve nazara vermeleri ise, Kur’ân ile karşı karşıya getirme gayretlerindendir diye anlıyoruz. }

Hezeyânlarından biri : “Böyle bir sâhifenin Hz. Ali’ye verilmesi, onu Peygamber’den de öte ve üstün yapar.”

Böyle bir hezeyân iddiâya, Hz. Ali’nin (radıyallahu anh) Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)hakkındaki beyânları; ne güzel bir cevâbdır.

“Sonra Salât ve Selâm sürekli – Değeri yanımızda çok yüce olan O Nebî üzerine olsun.”

“Ki husûsi şerefe mazhâr olan Muhammed’dir – Allah Teâla onu kıyâmete yakın bize göndermiştir.”

“O semâda Ahmed ismi ile isimlendirilmiştir – O takvâ hazînesi, cömertlik denizi hidâyet nûrudur.”

“Mevlâmız (efendimiz, seyyidimiz) vasıflarında kâmil sıfatlıdır – Nûrları bizâtihi kendinden yayılır.”

Başka bir hezeyân : “Her türlü sırların bulunduğu bir sâhife, Kur’ân’dan da üstündür. Demek Peygamberin bile bilmediği sırlar Hz. Ali’ye verilmiştir.”

Böylesi gülünç bir iddiâya yine en güzel cevâb, isnâd ettikleri Hazret-i Ali’nin (radıyallahu anh)kendi beyânıdır.

“Levh-i mahfûz onun nûrundan yazıldı (görünmeye başladı) – O, ondaki yazılı olanları haber vermek için (dünyaya) gönderildi.”

“Levh’de ne varsa hepsine muttalî oldu.”

Bu lütûflara ve sırlı ilimlere mazhâriyetin, Peygamberimizin (aleyhissalâtu vesselâm) feyzinden hâsıl olduğunu anlatan satırları da ayrıca altta kaydediyoruz…

“Olmuş ve olacakların bilgisi – Göğsünde toplanmış ve sırlanmışır.”

“Bu vasıflara sâhib olan kimse – Dünya’da herhangi bir şeyle nasıl mukâyese edilebilir.”

“Ben Onun feyzinden avuçlayan biriyim (Hz. Ali’yim) – Çünkü o vasf edilemez büyük bir denizdir.”

“Ben Hidâyete ve’sile olan zâtın amcasının oğluyum – O Hakk’a davet eden Mustafa’dır.”

(aleyhissalâtu vesselâm)

Peygamberimizin (aleyhissalâtu vesselâm) bir mu’cizesi olan ve Sekîne nâmıyla müssemmâ bu sâhifede, İsm-i A’zam olan Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) altı ismi فرد ، حي ، قيوم حكم ، عدل ، قدوس  yazılıdır.

“Çünkü onda Rabbimin İsm-i A’zam-ı vardır.”

Risâle-i Nûr’dan:
“Denizli Medrese-i Yusufiyesinin bir ders-i a’zamı “Meyve Risalesi” olduğu ve Afyon Medrese-i Yusufiyesinin kıymetdar bir ders-i ekmeli “Elhüccetüzzehra” olması gibi.. Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin gayet kuvvetli bir ders-i a’zamı da, ism-i a’zamı taşıyan altı ismin altı nüktesini beyan eden bu Otuzuncu Lem’adır. (8)

“Onları (isimleri) güneş gibi dâire içinde topladım – Bizzat aydınlatıcı olarak hissi (hayâlî) değil.”

“Bana onu Allah Teâla hediye etti – Onların şerefini artıran kişinin kadrini”

“Onu güzel Kûfe Şehrinde şerh ettim – Hikmetli manzûmeler şekline getirdim.” (9)

Böylece ehl-i ifrat’ın isnâdlarını, Hz. Ali (radıyallahu anh) cevâblamış oldu..!

Kıymetli kardeşlerim,
Ehl-i Sünnet’in i’tirâz etmediği ve kabûl ettiği çok hâdiselere, bu ehl- ifrât ve tenkîd tâifesinin saldırgan ve seviyesiz üslûb ve kelâmlarla i’tirâzları var. Kendi senaryolarına göre karşısındaki Ümmeti sorguladıkları ve dediklerini kabûl etmeyenleri ise küfür ile ithâm ettiklerini daha önce de söylemiştik. Bâtılı hak zannedip aldanmışlar, herkesi de aldatmaya ve zehirlemeye çalışıyorlar. Ehl-i Sünnet’e olan adâvetleri ise kendi kelâm ve beyânlarıyla sâbit. Hatta hadislere de “zann rivâyetleri” diyerek muhaddislere olan i’timâdları kırmaya çalışmaktadırlar. Ve daha haklarında yazılacak çok şeyler var amma velâkin, kısadan da olsa zihinlerinize resmetmeye gayret ediyorum ki; karşınızdakileri tefrîk edebilesiniz. Şu zaman ve zeminde böylesine bâtılı hak gören ve ıdlâle çalışan bu tâifelere karşı aldanmayasınız!

“Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür… “(10)   kâidesince azamî dikkat ediniz.

Alttaki hadis bu zamandaki müfsidlere de bakıyor, nazar-ı dikkatinize takdîm ediyorum:

رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ : لَا أُلْفِيَنَّ أَحَدَكُمْ مُتَّكِئًا عَلَى أَرِيكَتِهِ، يَأْتِيهِ الْأَمْرُ مِمَّا أَمَرْتُ بِهِ، أَوْ نَهَيْتُ عَنْهُ، فَيَقُولُ : لَا أَدْرِي، مَا وَجَدْنَا فِي كِتَابِ اللَّهِ اتَّبَعْنَاهُ

“Dikkat edin! Sizden birinizi; emrettiğim veya yasakladığım konulardan birisi kendisine ulaşınca, koltuğuna yaslanmış bir hâlde, ‘bilmiyorum, Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız (hadisleri tanımayız derken)’ bulmayayım.” (11)

Selâmet ve hayır her dâim üzerinize ve üzerimize olsun,
Ersin Miman

Dipnotlar :
1: Rûh’un, “vahiy” mânâsı vardır. 
2: Ekser ulemâ ve müfessirler, “Rûh”un Cebrâil aleyhisselâm olduğuna ittifâk etmişlerdir. “Rûhu’l-emin (Cebrâil), Onu (Kur’ân’ı) senin kalbine apaçık Arapça bir dil ile indirmiştir.” (Şuâra sûresi, 193-194) de buna açık bir delîldir. 
3: Sahîh-i Buhârî, Kitâbü’l-Megâzi; Sahîh-i Buhâri, Kitâbü Bed’u’l-Halk; Sahîh-i Müslim, Kitâbü’s-Selâm; Müsned, Ahmed bin Hanbel 
4: Sahîh-i Müslim, Kitâbü’l-fazâili’s-Sahâbe 
5: Sahîh-i Müslim, Kitâbü’l-fazâili’s-Sahâbe; Sahîh-i Buhâri, Kitâbü Bed’u’l-Halk 
6: Sahîh-i Buhâri, Kitâbü’l-Îmân; Sahîh-i Müslim, Kitâbü’l-Îmân 
7: Sahîh-i Buhârî, Kitâbü Fezâili’l-Kur’ân; Sahîh-i Müslim, Kitâbü Salâti’l-Musâfirîn ve Kasrihê 

8: Risâle-i Nûr Külliyatı, Lem’âlar, Otuzuncu Lem’â 
9: İhramcızâde Hacı İsmâil Hakkı Altuntaş, Kasîde-i Ercûze 
10: Münâzarât, Bedîüzzaman Said Nûrsî 
11 Sünen-i Tirmizî, Kitâbu’l-İlmi; Sünen-i İbn-i Mâce, Bâbu ta’zîmi hadîsi Rasûlillahi sallallâhu aleyhi vessellem