Millî Mücâdele’de Bedîüzzaman Hazretlerine İ’tirâz edenlere…

Loading


Devâm edelim…

O günlerde Said-i Nursi, İstanbul’da “Darül-Hikmet’ül İslamiye” adlı kurumda görev yapmaktadır. ‘Said-i Nursi bunun son derece mutlu bir dönemi olduğunu belirtmektedir. [Mardin, age, s.148.] 1916 yılında Doğu cephesinde yerel milislerle bölgede Ruslarla çarpışmalara katıldığı, (Bitlis savunması) iddia edilen [Mardin, age, s. 144, 145.] Said-i Nursi bu “milislik tecrübesinden” Türk milletinin ölüm kalım savaşı olan Kurtuluş Savaşı’nda da yararlanamaz mıydı?

“Said-i Nursi bunun son derece mutlu bir dönemi olduğunu belirtmektedir. [Mardin, age, s.148.]” kısmına gelelim.

Bedîüzzaman Hazretlerinin ne hissettiğine ve ne dediğine geliniz başka görüşlerden değil, bizzat kendi ifâdesinden bakalım. Böylece birinci ağızdan dinlemiş ve anlamış olalım.

“ONBİRİNCİ RİCA: Esaretten geldikten sonra, İstanbul’da Çamlıca tepesinde bir köşkte, merhum biraderzâdem Abdurrahmân ile beraber oturuyorduk. Bu hayatım, hayat-ı dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mes’ûdane bir hayat sayılabilirdi.Çünki; esaretten kurtulmuştum, Dâr-ül-Hikmet’te meslek-i ilmiyeme münasip en âlî bir tarzda neşr-i ilme muvaffakiyet vardı. Bana teveccüh eden haysiyet ve şeref, haddimden çok fazla idi. Mevkîce İstanbul’un en güzel yeri olan Çamlıca’da oturuyordum. Hem herşeyim mükemmeldi. Merhum biraderzâdem Abdurrahmân gibi gayet zekî, fedakâr; hem bir talebe, hem hizmetkâr, hem kâtib, hem evlâd-ı mâneviyem beraberdi. Dünyada herkesten ziyade kendimi mes’ûd bilirken aynaya baktım; saçımda, sakalımda beyaz kılları gördüm. Birden esarette, Kosturma’daki câmideki intibah-ı ruhî yine başladı. Onun eseri olarak, kalben merbut olduğum ve medar-ı saadet-i dünyeviye zannettiğim hâlâtı, esbabı tetkike başladım. Hangisini tetkik ettimse, baktım ki; çürüktür, alâkaya değmiyor, aldatıyor…” 32

“Bu hayatım, hayat-ı dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mes’udane bir hayat sayılabilirdi.” Yoksa hakîkatte öyle değildir, “Dünyada herkesten ziyade kendimi (hayat-ı dünyeviye cihetinde) mes’ud bilirken âyineye baktım” diyerek, çokların dünya hayatında arzu ettiği imkânatların kendisinde hâsıl olduğunu amma velâkin, bunların yalancı birer teselli olduğunu çünkü saç ve sakalındaki beyaz kılların kabirden haber verdiğini ve ebed isteyen bir kalbi ve ruhu tatmin etmediğini ehl-i îmâna ders vermesidir.

Bu mânâyı ders verdiğini gösteren ve saçımda, sakalımda beyaz kılları gördüm diyerek birden esâretteki Kosturma’daki câmideki intibâh-ı ruhî’den haber vermesinin ne olduğunu ise, yine kendi ifâdesinden anlayalım:

“DOKUZUNCU RİCA: Harb-i Umumî’de, esaretle, Rusya’nın şark-ı şimalîsinden, çok uzak olan Kosturma vilâyetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir câmisi, meşhur Volga Nehri’nin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zabitler içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim; dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga Nehri’nin kenarındaki küçük câmiye aldılar. Ben yalnız olarak câmide yatıyordum. Bahar da yakın. O şimal kıt’asının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehri’nin hazin şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum.. fakat Harb-i Umumî’yi gören ihtiyardır. Güya يَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ شِيبًاsırrına mazhar olarak, öyle günlerdir ki; çocukları ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı uzun gece ve hazin gurbet ve hazin vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir me’yusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi. O hâlette iken Kur’an-ı Hakîm’den imdat geldi; dilim حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedi, kalbim de ağlayarak dedi:

غَرِيبَمْ بِى كَسَمْ ضَعِيفَمْ نَاتُوَانَمْ َاْلاَمَانْ گُويَمْ عَفُوْ جُويَمْ مَدَدْ خَواهَمْ زِدَرْگَاهَتْ اِلهِى 35

Rûhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyâzî-i Mısrî gibi dedim: 

Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp,
Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost! 

diye, dostları arıyordu.” 36

İşte bu halet-i ruhîye, dünyada keyif süren veya millet kurtuluş savaşı mücâdelesi verirken pek mutluymuş gibi gösterilmeye çalışıldığı mânâda kat’iyyen değildir. Fânî olan dünya hayatında görünen güzelliklerin, yalancı güzellikler olduğunu bizlere ders verip, sakındıran bir halet-i ruhîye’dir.

Aynı risâlenin Sekizinci Ricâ’sında ise, “saçımda, sakalımda beyaz kılları gördüm” diyerek aynı mânâyı te’kid ve takviye ettiğini, yine Bedîüzzaman Hazretlerinin bizzat kendi ifâdesinden dinleyelim.

“SEKİZİNCİ RİCA: İhtiyarlığın alâmeti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i Umumî’nin dağdağaları ve esaretimin keşmekeşlikleri ve sonra İstanbul’a geldiğim vakit; ehemmiyetli bir şan ve şeref vaziyeti, hatta Halife’den, Şeyh-ül-İslâm’dan, Başkumandan’dan tut, tâ medrese talebelerine kadar haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vaziyetin verdiği halet-i ruhiye, o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki; âdeta dünyayı daimî, kendimi de lâyemûtane dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acîbede görüyordum…

İşte o zamanda, İstanbul’un Bayezid Câmi-i mübarekine, Ramazan-ı Şerifte, ihlâslı hâfızları dinlemeye gittim. Kur’an-ı Mu’ciz-ül-Beyan, semavî yüksek hitabıyle beşerin fenasını ve zîhayatın vefatını haber veren gayet kuvvetli bir surette 37 كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ fermanını, hâfızların lisanıyle ilân etti. Kulağıma girip, tâ kalbimin içine yerleşip, o pek kalın gaflet ve uyku ve sarhoşluk tabakalarını parça parça etti. Câmiden çıktım. Daha çoktanberi başımda yerleşen o eski uykunun sersemliğiyle bir kaç gün başımda bir fırtına, dumanlı bir ateş ve pusulasını şaşırmış gemi gibi kendimi gördüm. Aynada saçıma baktıkça, beyaz kıllar bana diyorlar: ‘Dikkat et!’ İşte o beyaz kılların ihtariyle vaziyet tavazzuh etti. Baktım ki; çok güvendiğim ve ezvâkına meftun olduğum gençlik elveda diyor.. ve muhabbetiyle pek çok alâkadar olduğum hayât-ı dünyeviye sönmeye başlıyor.. ve pek çok alâkadar ve âdeta âşık olduğum dünya, bana ‘uğurlar olsun’deyip, misafirhaneden gideceğimi ihtar ediyor. Kendisi de ‘Allah’a ısmarladık’ deyip, o da gitmeye hazırlanıyor. Kur’an-ı Mu’ciz-ül-Beyan  كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ  âyetinin külliyetinde: ‘Nev’-i insanî bir nefistir, dirilmek üzere ölecek. Ve Küre-i Arz dahi bir nefistir, bâki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefistir, âhiret suretine girmek için o da ölecek!’ mânası, Âyetin işaretinden kalbe açılıyordu.

İşte bu hâlette vaziyetime baktım ki; medâr-ı ezvâk olan gençlik gidiyor; menşe-i ahzân olan ihtiyarlık yerine geliyor… Ve gayet parlak ve nuranî hayat gidiyor; zâhirî karanlıklı dehşetli ölüm, yerine gelmeye hazırlanıyor… Ve o çok sevimli ve daimî zannedilen ve gafillerin mâşûkası olan dünya, pek sür’atle zevale kavuşuyor gördüm.

Kendi kendimi aldatmak ve yine başımı gaflete sokmak için, İstanbul’da haddimden çok fazla gördüğüm makam-ı içtimaînin ezvâkına baktım, hiçbir faidesi olmadı.

Bütün onların teveccühü, iltifatı, tesellîleri; yakınımda olan kabir kapısına kadar gelebili;, orada söner. Ve şöhretperestlerin bir gaye-i hayali olan şan ve şerefin süslü perdesi altında sakîl bir riya, soğuk bir hodfuruşluk, muvakkat bir sersemlik suretinde gördüğümden, anladım ki; beni şimdiye kadar aldatan bu işler, hiçbir teselli veremez ve onlarda hiçbir nur yok.” 38

Hazret-i Üstad’ın bizzat kendi ifâdelerini okudunuz, peki, çok mutlu ve mes’ûd ve keyif içinde hayat süren bir halet-i ruhîyesi var mı? 

“Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat ehl-i İslâmın eleminden gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslâma indirilen darbelerin, en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim. Fakat bir ışık görüyorum ki, o elemlerimi unutturacak inşâallah diyerek tebessüm eylerdi.”39

Ehl-i vicdan ve insaf için yeterli ve açık olduğu kanaatiyle, devam ediyoruz…

“1916 yılında Doğu cephesinde yerel milislerle bölgede Ruslarla çarpışmalara katıldığı, (Bitlis savunması) iddia edilen [Mardin, age, s. 144, 145.]”

Buradaki kinâyeli ifâdeye de temâs etmeden geçemeyiz lâkin, tarihin herşeyi ile kaydettiği ve her cihetiyle iyi bilindiği ve hem kendi devlet ve ordu arşivlerimizde, hem de hârici devletlerin arşivlerinde kayıtlara geçmiş olan Bedîüzzaman Hazretlerinin Milis Kumandanlığı ve Rus esâreti ve İstanbul’a geldiği vakit Enver Paşa’nın Harbiye Nezâreti adına ordunun ifitharlı bir harb madalyasını takdîm etmesine kadar bilinen ve kayıtlara geçen bir hakîkate karşı, “iddia edilen” diyerek kinâyeli bir tarzda “acaba” gibi bir fısıldamaya teşebbüs, ancak ve ancak garazın ve öfkenin ve gözü dönmüşlüğün izhârıdır, öfkeden akıl muhâkemesini kaybetmenin bir alâmetidir.

Bu aynı zihniyet, Fatih Sultan Mehmet için de İstanbul’u fethettiği “iddiâ edilen” diye yazar veya konuşurlarsa hiç şaşırmayız, sizlerde şaşırmayınız…

Nitekim ehl-i vicdan ve azîz milletimiz bunu da tefrik edecektir biiznillah…

“Said-i Nursi bu “milislik tecrübesinden” Türk milletinin ölüm kalım savaşı olan Kurtuluş Savaşı’nda da yararlanamaz mıydı?”

Aynı cevâb kifâyet derecesinde yeterlidir…

“Harekât-ı milliyede İstanbul’da, İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvat-ı Sitte eserimi tab’ ve neşri ile belki bir fırka asker kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki,Mustafa Kemal şifre ile iki def’a beni Ankara’ya taltif için istedi. Hattâ demişti: ‘Bu kahraman hoca bize lâzımdır.’” 40 demek çok daha hayırlı bir hizmet ve mücâdele hâsıl olmuş.

Devam edelim…

Said-i Nursi’nin İstanbul Çamlıca’daki evinde kendi kendisiyle hesaplaştığı o işgal günlerinde Mustafa Kemal, Doğu Anadolu’da, Kuzey Irak’ta ve Suriye’de İslamı anlatacak, insanları Kurtuluş Savaşı’na katılmaya çağıracak din adamlarına ihtiyaç duymaktaydı ve bu nedenle Said-i Nursi’yi (Kürt bölgelerinde tanınmış olduğu için) Güney Doğu Anadolu’ya “vaaz” olarak göndermek istemişti.

Amma velâkin son sözü Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri söyledi.

HAYIR !

— Ben tehlikeli yerde mücadele etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan çok burayı daha tehlikeli görüyorum. “ 41

İstikbâlde Bedîüzzaman Hazretlerine bu durum suâl edildi,

“Büyük me’murlardan birkaç zât benden sordular ki: ‘Mustafa Kemal sana üçyüz lira maaş verip, Kürdistan’a ve Vilâyât-ı Şarkıyeye, Şeyh Sünusî yerine vâiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin ihtilâl yüzünden kesilen yüzbin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun!’ dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüzbinler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiâtın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.” 42

diyerek en doğru olanı yapmıştır lâkin, Bedîüzzaman Hazretleri hem Risale-i Nûr eserlerinin vücûda gelmesi cihetiyle, hem de Ankara’nın istikbâldeki vaziyetini önceden sezip, hissetmesiyle yâni âhirzaman hakkında Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselâm’ın ihbârının alâmetlerini farketmesiyle istikâmetini değiştirir.

Ve ilerleyen yıllar Bedîüzzaman Hazretlerini tamamen haklı çıkaracak, aldığı karar ile şimdilerde milyonları bulan ehl-i îmânın îmânlarını kurtarmaya ve’sile olacaktır ve nihâyetsiz şükürler olsun ki hâsıl olmuştur. Yalnızca savaş yıllarını değil, istikbâlde gelecek olan nesillerin de îmânlarının kurtulmasına ve’sile olmuştur.

Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri, kendi hakkında taşan öfkelerin salyalar saçarak konuşmasına ve yalanlar ile iftirâlarına ve hileler ile yaftalamalarına ve çâresizce çırpınmalarına bedel, O; zamanın dâhisi ve emsalsizi olduğunu tarihçe-i hayatıyla ve Risale-i Nûr eserleriyle ispatlamıştır.

Hiçbir kanun ile korunmasına ihtiyaç duyulmayacak kadar kim olduğu bellidir!

Tarihe mâl olmuş ve hakkında şâibeler olmayan ve herşeyi ile pâk ve nûr olan Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri, milyonlar talebelerinin bulunmasıyla, eserlerinin en az elli dile çevrilerek tüm dünyada okunuyor olmasıyla ve binlerce takdîre mazhar olmasıyla zâten keyfiyetini ve mâhiyetini yâni kim olduğunu gâyet açıkça göstermiş ve umûm ehl-i îmân’da büyük bir muhabbet ve hürmetle kabûl edip, baş tâcı etmiştir.

Bu asırda Cenâb-ı Hakk’ın (c.c.) ehl-i îmân’a bir ihsânıdır ki, Kur’ân’ın bu asrın fehmine bir dersi olan Risale-i Nûr’un vücûda gelmesine kendisini ve’sile etmiş ve istihdâm etmiştir.

Buraya kadar Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Millî Mücâdeledeki gayretleri ve mücâhedesinin anlaşıldığı ve hakkında isnâd edilenlerin iftira ve bir nev’i karalama hareketi olduğu açıklık kazanması nedeniyle, makâlemizin başlığı altındaki yazımızı ve cevâbımızı burada tamamlıyoruz.

Cümle kardeşlerimizin duâlarını bekleriz…
Selâmet ve hayır üzere kalınız…

Ersin Miman

—————————-
32:   Lem’âlar, İhtiyarlar Lem’âsı, Envar Neşriyât, sh:238 
33:   Müzzemmil Sûresi, 17.âyet, meâlen: “Çocukları ak saçlı ihtiyarlatan bir gün…” 
34:   Âl-i İmrân Sûresi, 173.âyet, meâlen: “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.” 
35:   Garibim, kimsesizim, zayıfım, güçsüzüm, imdât dilenirim. Affını, yardımını dilerim dergâhından, ey Allah’ım!
36:   Lem’âlar, İhtiyarlar Lem’âsı, Envar Neşriyât, sh:234 
37:   Âl-i İmrân Sûresi, 185.âyet, meâlen: “Her nefis ölümü tadıcıdır.” 
38:   Lem’âlar, İhtiyarlar Lem’âsı, Envar Neşriyât, sh:231-232 
39:   Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyât, sh:137 
40:   Şuâlar, Envar Neşriyât, sh:539 
41:   Bedîüzzaman’ın Hayatı, Abdurrahman Nursî, 1979, sh:65; Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyât, sh:139 
42:   Şuâlar, Onikinci Şuâ, Envar Neşriyât, sh:289 

Sayfalar: 1 2 3