Bedîüzzaman Hazretlerinin hakkâniyetini savunmak üzerime borç olması hasebiyle kısadan kaleme alıyorum. Hâinlik isnâd eden hâinlere değil, millete arz ediyorum zirâ efkâr-ı âmmeyi aldatmamak lâzımdır..
Çocukluk yaşlarından itibâren kendisinde görülen fevkalâde şecaat ve İslâmiyete olan bağlılığı ve şarkta bütün İslâm ulemâsını ilzâm edecek bir ilmî vukûfiyeti, Bedîüzzaman Sâid Nûrsî Hazretlerinin nasıl birisi olduğunu daha o yaşlarda gösterir.
Birinci Cihan Harbinde (Birinci Dünya Savaşı), “Gönüllü Alayı”nı teşkil ederek talebeleriyle birlikte düşmana karşı savaşan ve Kafkas, Erzurum, Pasinler, Van, Gevaş, İsparit ve Bitlis cephelerinde bilfiil bulunan ve Milis Kumandanı olarak Ruslarla çarpışan ve bilhassa o dönemlerde kahramanca müdafaalarıyla düşmanın sel gibi gelmesine sed çeken ve düşmanların şedid taarruzları karşısında geri çekilmeyen ve bu uğurda hayatını hiçe sayan ve bu mücâdeleler esnasında harbin çatışmaları hengâmında da Kur’ân’ın bir tefsirî olan İşârâtü’l-İ’caz adlı eserini bâzen at üzerinde, bâzen siper mevziilerinde talebesine yazdıran bir büyük allâme ve bir büyük kumandan olan Bedîüzzaman Hazretlerinin şu şecaati ve hamiyeti, bu menfûr yaftayı sâhiplerine iâde eder..!
Hem Rusya’da esârette iken, Rus Çarı’nın önünden geçmesine mukâbil ayağa kalkmayan ve “Ben bir Müslüman âlimiyim, îmânlı bir kimse Cenâb-ı Hakk’ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyâm etmem” diyen ve hakkında verilen i’dâm kararına karşı “Bunların i’dâm kararı benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir” diyerek kemâl-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet vermeyen bir Zât, İslâm’dan başka bir ruha ve kalbe sâhip olmadığını ehl-i basîrete ve vicdana ve insafa gâyet açıkça gösterir.
Hem İngiliz Müstemlekât Nâzırı Gladiston’un, Lordlar Kamarası’nda elinde Kur’ân ile kürsüye çıkarak (1899), “Bu Kur’ân Müslümanların elinde olduğu müddetçe, biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ne yapıp etmeli bu Kur’ân’ı ortadan kaldırmalı veyahut Onları Kur’ân’dan soğutmalıyız” demesi ve bu beyânâtının gazetelerde çıkması ve Van Vâlisi Tâhir Paşa’nın gazetede çıkan bu haberi kendisine göstermesiyle Hazret-i Bedîüzzaman’ın yerinden fırlayarak, “Ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu, dünyaya isbât edeceğim ve göstereceğim.” demesi bu yalan ve mesnedsiz iftirâyı yüzsüz ve hayâsız yüzlerinize çarpar!
Hem İngilizlerin İstanbul’u işgâli sırasında “Hutuvât-ı Sitte” eserini neşrederek, İngilizlere karşı Anadolu’yu ve İstanbul’u şahlandıran ve bu yüzden İngilizlerin, Bedîüzzaman Said Nursî hakkında ölüm emrini verip heryerde onu aramaları ve aratmaları, bu isnâdda bulunanların temelsiz, çürük ve garazkâr iftirâlarını da açıkça gösterir.
“İstanbul’da, İngilizler desiseleriyle Şeyh-ül-İslâmı ve diğer bazı ulemayı lehlerine çevirmeğe çalışmalarına mukabil, Bediüzzaman, ‘Hutuvat-ı Sitte’ adlı eseri ve İstanbul’daki faaliyeti ile; İngiliz’in Âlem-i İslâm ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik siyasetini ve entrikalarını, tarihî düşmanlığını etrafa neşrederek Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, bu hususta en büyük âmillerden birisi olmuştu.” (Tarihçe-i Hayat)
Hem Bedîüzzaman Hazretlerinin Mektubat adlı eserinde zikrettiği,
“Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı’nın toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda; o devletin en büyük daire-i dîniyyesi olan Angilikan Kilisesi’nin başpapazı tarafından Meşîhat-ı İslâmiyye’den dinî altı suâl soruldu. Ben de o zaman Dâr-ül-Hikmet-il İslâmiyye’nin âzası idim. Bana dediler: ‘Bir cevap ver. Onlar altı suâllerine, altı yüz kelime ile cevap istiyorlar.’ Ben dedim:
‘Altıyüz kelime ile değil, altı kelime ile de değil, hattâ bir kelime ile dahi değil; belki bir tükürük ile cevab veriyorum! Çünki: O devlet, işte görüyorsunuz; ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurane üstümüzde suâl sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!..’ demiştim. Şimdi diyorum:
Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisaniyle onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken, hıfz-ı Kur’anî bana kâfi geldiği halde; size de, yüzde bir ihtimal ile, ehemmiyetsiz zâlimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.” demesi ve İngilizlere karşı mücâdelesi ve bu memleket, millet ve dîni adına olan tutumu; bu iftirâ ve yaftalamayı yapanların yüzsüz suratlarına bir kere daha çarpar!
Hem Bedîüzzaman Hazretlerini Ankara’ya dâvet etmelerinin ardından,Bedîüzzaman Hazretlerinin Meclis-i Meb’usan’da dine karşı lakaydlığı ve namazsızlığı gördüğü vakit, on maddelik bir beyannâme hazırlayarak ve meb’uslara dağıtarak ve bu ve’sileyle birçok meb’usun namaza başlamasına ve meclis içindeki mevcut mescidin büyültülmesine ve’sile olması; İslâmiyet’in bir fedâisi ve dinin ve îmânın muhafazasına çalışan bir mücâhidi olduğunu açıkça gösterdiği gibi, esâs hâinliğin ise; vatanını batıya satmak, mukaddesâtını çöpe atmak, milletin ebedî hayatını da çalmaya teşebbüs etmek olduğunu gösterir!
Hem iftirânızda hakîkat payı olsa idi, düşman devletlerine en iyi hizmet Ankara’da ve siyâset yoluyla olabileceği halde, Ankara’daki havayı puslu görüp, herşeyi terk ederek Van’da inzivâya çekilmesi de gösteriyor ki; isnâd ettiğiniz o maksad üzere çalışmak yerine âhir ömrünü Van’da bir mağarada geçirmeye elbetteki çekilmeyecekti..
Hem Van’da mağarada yaşamakta iken, Şeyh Said ayaklanmak isteyip kendisinden yardım istediği vakit, cevâben: “Türk Milleti asırlardan beri İslâmiyet’e hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir!” diyerek uyaran ve men’ eden ve Memleket ve Millet aleyhinde bir iç savaşın çıkmasına asla ve kat’iyyen taraftar olmayan Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri; kime ve neye hizmet ettiğini de açıkça göstermiştir ve göstermektedir!
Eğer İslâmiyet ve memleketin aleyhinde hâinlik yapanları arıyorsanız, onları İslâmiyetin erkanlarına taarruz eden ve şeâir-i İslâmiyeyi tahrîb eden ve milletin haklarına ve vicdanlarına el uzatan ve batı ile işbirliği yapanlarda arayacaksınız!
Bütün tarihçe-i hayatı ve müddet-i hayatı ile İslâmiyet adına mücâhedesi meydanda, kitaplarda ve devlet arşivlerinde kayıtlı olan bir Zât’ı hâin olarak göstermek için ya divâne olmalısınız yahut gözünüz dönmüş olmalı veya bu isnâd ile en hakîki hâin siz olmalısınız! Lâkin, gökyüzündeki güneşi gösterip bu aslında karadır demek gibi pek acip bir vaziyete düşmüşsünüz ve umûm nazarlarda maskara oluyorsunuz..
Çünki;
daha çocuk yaşlarından itibâren ilmi ve zekâsıyla meşhûr olan ve kim olduğunu herkese isbât eden ve bütün müddet-i hayatı boyunca mahkemelerden mahkemelere sürüklenen ve kendisini gölge gibi tâkib eden o dönemin hükümeti, istihbârât birimleri ve emniyetten, asâyişten, jandarmalara kadar Ankara’nın baskısıyla, valilikten, kaymakamlığa, karakol ve nâhiye müdürlerinden, muhtarlara hatta bekçilere kadar her makâmın kendine mahsûs adamlarıyla izini sürdükleri, göz hapsinde tuttukları, her harekâtını izledikleri ve pek sıkı tâkip ettikleri ve hatta kimseyi yanına yaklaştırmadıkları ve görüştürmedikleri ve hergününü zabtedip hakkında günlük raporlar düzenleyip Ankara’ya bildirdikleri bir Zât’ın hiçbir şeyi gizli kalmaz, kalamaz! Hem kendisine ve yazdığı eserlere açılan sayısız mahkemelerin tamamından ve isnâd edilen suçlardan berâet eden ve Cumhuriyet Halk Partisinin hükümet dönemlerinde ve hatta muhâlefet dönemlerinde dahi Bedîüzzaman Said Nursî’ye ve talebelerine ve Risale-i Nûr eserlerine karşı olan kindârlık ve düşmanlıklarını açıkça tarihin de kaydettiği bir gürûhun ve berâberinde İslâm düşmanlarının Bedîüzzaman’ı idâm etmek için ve zehirlemelerle öldürmek için ve bütün bütün te’sirsiz kılmak için giriştiği bütün taarruz, hücûm, ithâm, tenkîd ve iftirâlarına rağmen, kendisine “vatan hâinidir” iftirâsı atamamaları ve isnâd edememeleri gösteriyor ki; böyle bir iddiâyı doğruluyacak yalandan da olsa hiçbir delilin bulunmadığı ve olmadığı ve cebren de oluşturulamayacağı sâbit ve kat’i idi ki; böylesi menfûr bir yalana teşebbüs edemediler.
Elbette ki makâm-ı âliye-i devlet’de, Bedîüzzaman Hazretlerinin ortaya koyduğu mücâdeleler yakînen iyi bilindiği için, böylesi bir isnâda kimse teşebbüs edemedi ve edemezdi de…
Bak Hazret-i Üstâd ne diyor:
“Eğer bin müddeiumumî ve bin emniyet müdürü kadar bu memlekette emniyet-i umumiyeye hizmet etmemiş isem -üç defa- Allah beni kahretsin!” (Tarihçe-i Hayat)
Peki, bu millete ve mukaddesata siz ne kadar hizmet ettiniz..?
Ersin Miman
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.