Abdulaziz Bayındır ve Avâneleri: RİSÂLE-İ NÛR’U ELEŞTİREN KÂFİR Mİ?

Loading

Abdulaziz Bayındır ve avâneleri, “Risale-i Nur’u Eleştiren Vatan Haini ⁄ Kafir mi, Çarpılır mı?” başlıklı bir video yayınlamışlar. Youtube’un önüme getirmesiyle farkettiğim bu videoya, Risâle’i Nûru “eleştirenler” başlığını koymuşlar fakat alıntı yaptıkları ve okudukları bahislerde  “Risâle’i Nûr’a ilişenler” tâbiri vardır ve elbette ‘ilişenler’ ile ‘eleştirenler’ arasında da azîm bir fark vardır.

Peki bu ‘eleştirenler’ ifadesini nereden çıkardılar?

Cımbızlamak sûretiyle aldıkları satırları bağlamından koparıp, kendilerinin mânâ vermesiyle..

Risâle’i Nûr eserlerinde, bu mânâda ‘eleştirenler’ diye bir ifâde külliyatın içinde bulunmamaktadır, hele hele ‘eleştirenler kâfir olur’ gibi bir ifâde yâhut bir imâ da zikredilmemiştir. Bu nedenle, bunun üzerine inşâ ettikleri bütün iddiâlarının yanlışlığını göstermek ve hakîkatini de milletimize izâh etmek lâzımdır.

Evvelen; bu başlığı türettikleri yeri ve verdikleri mânâyı kaydediyorum:

Bize ilişenler ahirette şiddetli tokatlar yiyecekleri gibi dünyada dahi bir kısmı çabuk çarpılır. (Emirdâğ Lâhikası-1)

— Şimdi Risale-i Nûr’u eleştirenler(in) ahirette durumu neymiş Vedat?

— Kâfir[1]

Dikkat ediniz, bu mânâyı kendileri veriyor..

Bu bahisten evvel Lem’âlar’dan okudukları yerde de ‘Risâle-i Nûr’a ve şâkirdlerine ilişenler’ tâbiri yazılıdır. Ayrıca, daha sonrasında okudukları Şuâlar’da geçen “Risâle-i Nûr’un ekseriyet-i mutlaka eczâlarına ilişenler, herhalde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesâbına vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiye’ye hıyânet ederler” ifâdesinde de ve nihâyetinde okudukları Kastamonu Lâhikası’ndaki bahiste de ilişenler tâbiri vardır, eleştirenler değil !

Dikkat ederseniz, ilgili bahisleri risâleden okurken ‘ilişenler’ olarak okuyorlar fakat sonrasında bunu ‘eleştirenler’ olarak çeviriyorlar.  En iyimser ifâde ile ‘ilişenleri’, ‘eleştirenler’ olarak anlıyorlar. Bunlardan birisini meselâ; Emirdağ Lâhikası’ndaki ilgili yeri kaydedelim, böylece siyak-sibak içinde bütünü tahlîl edebilelim:

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Nasılki Eğirdir’de Asâ-yı Mûsâ’yı müsâdere eden ve mahkemeye veren adam kendisi iki sene hapis cezâsıyla tokat yedi ve Hüsrev’e hiddetle bir ay ceza veren hâkimin istifaya mecbûr olmasıyla ve refikasının oradan müfârakatıyla bir nevi tokat yemesi gibi, aynen burada dahi size leffen gönderdiğimiz puslada yazılan tokatlar kat’î gösteriyorlar ki; biz, bir himâyet ve inâyet altındayız. Bize ilişenler âhirette şiddetli tokatlar yiyecekleri gibi, dünyâda dahi bir kısmı çabuk çarpılır. Hem bu defa, bize hücûmların aynı zamanında kış çok hiddet etti, şiddetli soğuk ve fırtına ile havanın kızdığını gösterdiği gibi; hücûmları durmasıyla ve Nûrcuların ferahlanmasıyla bu zemherir günleri nevrûz günleri gibi gülmeye başladı. O tebessüm, devamla mânevî bir müjde ve teselli veriyor kanaatındayız. Bu defa puslada yazıldığı gibi, hiçbir şeytanın da kimseyi kandıramadığı acib ve maskaraca bir iftirâ etmekle teveccüh-ü âmmeyi hakkımızda kırmaya çalışan resmî polisler, aynı zamanda tokatlarını yemesiyle gösteriyor ki; bize hücûm edenler, iftirâdan başka hiç çâre bulamıyorlar, başka çâreleri kalmamış. Hem biz de çok dikkat ve ihtiyât etmeye, böyle şâyialara ehemmiyet vermemeye mecbûr oluyoruz.[2]

İlişmek başka, eleştirmek başkadır demiştik. Evvelâ, bu ilişmek mes’elesini doğru anlayabilmek için şu soruları sormamız lâzım;

  • Kim bu ilişenler?
  • Ne için ve hangi maksad için ilişiyorlar?
  • Ve neden tokata müstahak oluyorlar?

Şimdi bunları anlamaya çalışalım:

Bu ülkede daha düne kadar, İslâmiyete ve Müslümanlara karşı dâima kısıtlayıcı ve engelleyici teşebbüsler içinde bulunulduğunu, hukûklarına taarruz edildiğini  ve bilhassa Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinin döneminde ise İslâmiyeti tahrîb etmeye çalışan komitelerin ve rejim eliyle şeâir-i İslâmiyeyi söndürmeye gayret edenlerin olduğunu herkes bilir, anlatmaya ihtiyaç olmadığı kanaatindeyim.

Bu lâiklik perdesi altında, dindârlara ve İslâmiyete karşı savaş açılmış, dinsizliğe ise kucak açılmıştır. İşte Bedîüzzaman Hazretlerinin çok defa ve çok yerde tekrar ettiği gibi; Ey bana dinsizlik hesâbına ihânet ve hakâret eden bedbahtlar! [3] diyerek bu tâifeyi ve o dönemin şartlarını açıkça ta’rîf etmiştir. Hem, Şuâlar adlı eserinde “Ben îmânın cereyânındayım. Karşımda îmânsızlık cereyânı var” demesiyle de, kendisine ve risâlelere taarruz eden cereyânı ta’rîf ediyor.

Dikkat edersek, taarruzun nereden geldiğini kendisi de ifâde ediyor. Îmânsızlık cereyânından..!

Şimdi bu nokta-i nazardan tekrardan düşününüz..!

Dinsizlik ve îmânsızlık adına, İslâmiyete ve Müslümanlara yapılan taarruzlar ne hesâbına geçer?

İslâmiyete ihlâs ile hizmet edenlere dinsizlik adına ilişmek, doğrudan Allah’ın (c.c.) hak dîni İslâm’a karşı savaş açmak hükmüne geçer. İşte dinsizlik adına Risâle-i Nûr’a ilişmeleri, Bedîüzzaman Hazretlerinin de yukarıda ifâde ettiği gibi, dîn-i İslâm’a ve Müslümanlara taarruz ederken dinsîzliğe ilişmemek, elbette ki onlara yardım sûretine geçer ve büyük fitnelere ve kargaşalara yol açar, nitekim öyle de oldu; bu memlekette bir dönem sağ-sol adı altında ne büyük hâdiseler yaşandı. Allah’ı bilen ve itaat eden yüz Müslümanı bir polis zabtedebilirken, bu memleket; Allah tanımaz ve kural da tanımaz on adamı zaptetmek için yüz polisin icâb ettiği bir şekle girdi. Bu İslâm memleketinde, Müslümanların îmânlarının kurtulması için te’lîf edilen risâlelere ilişmek, bu cihetten anarşilik hesâbına, vatan ve millete ve asayişe düşmanlıktır denilmiştir.

Ayrıca, risâlelerin ve müellifinin yaptığı hizmetten öylesine çekinmişler ki, durdurabilmek için Bedîüzzaman Hazretlerini yirmibir defa zehirlemeye kadar işi götürebilmişlerdir. Ona yapılan bu gibi taarruz ve zulümlerin olması, hak ve doğru bir meslekte gittiğinin ve İslâmiyet menfaatine azîm hizmetler ortaya koyduğunun açık bir delîlidir. Demek bir makbûliyeti vardı ki, sû-i kasd etmeye niyet ettiler ve icrâ da ettiler.

Şunu da bilmeyenler olabilir diye belirtelim; Bedîüzzaman Hazretleri ve Risâle-i Nûr eserleri, bütün bu tarassut ve mahkemeler ne’ticesinde tamâmından bereat etmiş ve bugün Risâle-i Nûr eserleri Diyânet eliyle de basılıp, milletin istifâdesine takdîm edilmiştir.

Hâsılı, işte bu nedenle;  İslâmiyete ve dîne savaş açanların umûm hocaları, şeyhleri, âlimleri susturdukları bir dönemde, şeâir-i İslâmiyeyi tahrîbe çalıştıkları hengamda, Risâle-i Nûr’un dîne ve Müslümanlara ve Sünnet-i Seniyye’nin ihyâsına yaptığı hizmete ilişmelerinden dolayı, bir kısmı tokata müstahak olmuşlar! Ve tarihin kaydettiği birçok hâdise var ki, onların dehşetli âkibetlerini gösteriyor..

İzâh ettiğimiz gibi, dînsizlik adına ilişenlerin, “dünyâda dahi bir kısmının çabuk çarpılması ve âhirette de şiddetli tokat yiyeceklerini” ifâde etmesi, izâh ettiğimiz bu mânâdadır fakat bu avâneler, Allah’ın (c.c.) böyle yapmadığını iddiâ ediyorlar. Bunun üzerine evvelâ, Cenâb-ı Hakk’ın (c.c.) nusretini, yardım ettiğini bildiren âyetlere bakalım sonra iddiâ ettikleri mühlet verilmesi mes’elesine gelelim.

Muhammed Sûresi, 7. âyette     يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ  meâlen : “Ey îmân edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder..” buyuruyor. Peki, Allah (c.c.) bu yardımı ne sûrette eder? Elbette çok cihetlerle eder,  eğer bunu anlarsak, o tokata müstehak olanların başlarına gelenleri de anlayabiliriz.

Bir ciheti Bedir harbinde gönderilen meleklerdir; önce bin, sonra da üçbin.. Enfâl Sûresi dokuzuncu âyette ve Âli İmrân Sûresi yüzyirmidördüncü âyette bundan bize haber veriyor. 
اِذْ تَسْتَغٖيثُونَ رَبَّكُمْ فَاسْتَجَابَ لَكُمْ اَنّٖى مُمِدُّكُمْ بِاَلْفٍ مِنَ الْمَلٰئِكَةِ مُرْدِفٖينَ  meâlen : “Hani Rabbinizden yardım istiyor, yalvarıyordunuz. O da, ‘Ben size ard arda bin melekle yardım ediyorum’ diye cevap vermişti..” ve
اِذْ تَقُولُ لِلْمُؤْمِنٖينَ اَلَنْ يَكْفِيَكُمْ اَنْ يُمِدَّكُمْ رَبُّكُمْ بِثَلٰثَةِ اٰلَافٍ مِنَ الْمَلٰئِكَةِ مُنْزَلٖينَ 
 meâlen : “Hani sen mü’minlere, ‘Rabbinizin, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi size yetmez mi?’ diyordun” denilerek bu İlâhî yardım bildirilmiştir. Ve Cenâb-ı Hakk’ın (c.c.) beşbin melek müjdesi de vardır ki, o da Âli İmrân Sûresi yüzyirmibeşinci âyette geçer. 
بَلٰى اِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا وَيَاْتُوكُمْ مِنْ فَوْرِهِمْ هٰذَا يُمْدِدْكُمْ رَبُّكُمْ بِخَمْسَةِ اٰلَافٍ مِنَ الْمَلٰئِكَةِ مُسَوِّمٖينَ   meâlen : “Evet, sabrettiğiniz ve Allah’a karşı gelmekten sakındığınız takdirde; onlar ansızın üzerinize gelseler bile Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle size yardım eder” demesidir.

Ayrıca, Enfâl Sûresi onikinci âyete de dikkat edelim. Bu âyette Cenâb-ı Hakk (c.c.) kâfirlerin kalplerine korku saldığını söylüyor. 
اِذْ يُوحٖى رَبُّكَ اِلَى الْمَلٰئِكَةِ اَنّٖى مَعَكُمْ فَثَبِّتُوا الَّذٖينَ اٰمَنُوا سَاُلْقٖى فٖى قُلُوبِ الَّذٖينَ كَفَرُوا الرُّعْبَ فَاضْرِبُوا فَوْقَ الْاَعْنَاقِ وَاضْرِبُوا مِنْهُمْ كُلَّ بَنَانٍ meâlen : “Hani Rabbin meleklere, ‘Ben sizinle beraberim. Îmân edenlere sebat verin. Ben kâfirlerin kalplerine korku salacağım. Şimdi vurun boyunlarının üstüne. Vurun, onların bütün parmaklarına’ diye vahyediyordu.

Ve bu melekleri gören ve meleklerin kâfirleri öldürdüklerini görüp bize haber veren sahâbîler var. (Bknz: Sahîh-i Müslim, Kitâbu’l-Cihâd ve’s-Siyer, 58; makâlenin sonuna eklenmiştir.)

Ve son olarak Âli İmrân Sûresi onüçüncü âyete de dikkat edelim. قَدْ كَانَ لَكُمْ اٰيَةٌ فٖى فِئَتَيْنِ الْتَقَتَا فِئَةٌ تُقَاتِلُ فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ وَاُخْرٰى كَافِرَةٌ يَرَوْنَهُمْ مِثْلَيْهِمْ رَاْيَ الْعَيْنِ وَاللّٰهُ يُؤَيِّدُ بِنَصْرِهٖ مَنْ يَشَاءُ اِنَّ فٖى ذٰلِكَ لَعِبْرَةً لِاُولِى الْاَبْصَارِ meâlen: “Şüphesiz, karşı karşıya gelen iki toplulukta sizin için bir ibret vardır: Bir topluluk Allah yolunda çarpışıyordu. Öteki ise kâfirdi. (Müslümanları) göz bakışıyla kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah da dilediğini yardımıyla destekliyordu. Basireti olanlar için bunda elbette ibret vardır.” Ve bu mânâda başka âyetler de vardır, makâlemizin sonuna ekledik.

Buraya kadar kaydettiğimiz âyetlerde, Cenâb-ı Hakk’ın (c.c.) dînine yardım edenlere, yardım edeceğini, binlerce melekleriyle yardım ettiğini, kâfirlerin kalplerine korku saldığını ve meleklere o kâfirlerin boyunlarını vurmalarını emrettiğini ve parmaklarına vurmalarını vahyettiğini ve ayrıca kâfirlerin, göz bakışıyla karşısındaki müslümanları kendilerinden iki katı görmelerini sağladığını açıkça bildiriyor. Allah’u Teâlanın kalplere mühür vurduğunu ve kedere boğduğunu yâhut Müslümanları Enfâl Sûresi kırkdokuzuncu âyette de bildirdiği üzere uykuya daldırdığını da biliyoruz. Bütün bu âyetlerin mecmû bize gösteriyor ki; Cenâb-ı Hakk (c.c.) kâfirlere, dinsizlere ve dîne savaş açmış kimselere eğer dilerse, müdâhale ediyor, dünyada iken onları perişân ediyor! Evet bu, Kudretinden ve Saltanât-ı Rubûbiyetinden uzak değildir!

Böylece yukarıda sorduğumuz üç suâlin cevâbları da bu izâhlar içinde verilmiş oldu. (Kim bu ilişenler? Ne için ve hangi maksadla ilişirler? Ve neden tokata müstahak oluyorlar?)

MÜHLET VERİLMESİ BAHSİ:

Risâle-i Nûr içinde zikredilen ‘ilişenlerin’ tokat yemeleri yâhut dünyada dahi bir kısmının çabuk çarpılmaları (yâni başlarına bir musîbet gelmesi) ifâdelerine de i’tirâz edip “Kur’ân-ı Kerîm nâzil olduğu zaman bırakın eleştirmeyi, çok ciddî hakâret edenlerin olduğunu meselâ, öncekilerin masalları yâhut şâirin / kâhinin sözü denildiğini, hatta Ebû Leheb’in karısının Hazret-i Peygamber’e, şeytanından sana bugün birşeyler geldi mi? diyerek dalga geçtiklerini” söyleyip sonrasında bu sözleri söyleyenlerin bir çoğunun Müslüman olduklarını iddiâ ediyorlar. (Bknz: aynı videonun devâmı..)

Hatırımıza hemen şu sorular geliyor; Kur’ân-ı Kerîm’e çok ciddî hakâret edenler kimlerdi ve sayıları ne kadardı? Öncekilerin masalları diyenler kimlerdi ve sayıları ne kadardı? Şâirin yâhut kâhinin sözüdür diyenler kimlerdi ve sayıları ne kadardı? Bunları söyleyenleri nasıl tesbît edebildiniz? Ki çoğunluğunun Müslüman olduğunu söylediniz!  Burada bir-iki kişiden değil, bunları söyleyenlerin çoğunun Müslüman olduğunu iddiâ etmenizden bahsediyoruz. Ve bu mühlet verilmesi bahsine Ebû Leheb’in karısını da dâhil ettiniz, bir de burada hata ettiniz..

Peki, bu mühlet bahsine ne için temâs ediyoruz?

Çünki, Allah’ın (c.c.) mühlet verdiğini ama Risâle-i Nûr’un ise bunu yapmadığını iddiâ etmeleriyledir. Hemen şunu belirtelim ki yanlış bir zann oluşmasın; eğer külliyatın tamâmını okursanız ve onlar da okumuş  olsalardı, Bedîüzzaman’ın kimseye bedduâ etmediğini, kendisine zulmedenleri dahi (eğer risâleler ile îmânlarını kurtarsalar), şâhid olunuz, hakkımı helâl ediyorum dediğini ve Risâle-i Nûr’un dört ehemmiyetli esâsından birisinin de ‘şefkat’ olduğunu bilirlerdi! Fakat, tokata müstahak olan bâzı kimselere gelince, dînsizlik hesâbına iliştiklerinden dolayı bir kısmı İlâhî tokata müstehak oluyorlar.

Şimdi bu mugâlatanıza ve çoğunluğunun Müslüman olduğu iddiânıza mukâbil Kur’ân ne diyor meâllerini kaydedelim:

Öncekilerin masalları diyenler hakkında, Mütaffifîn Sûresi’nde:

(11) Onlar ki; dîn (hesab) gününü yalanlarlar.

(12-13) Halbuki onu, her haddi aşan, günâha düşkün kimseden başkası yalanlamaz. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: “öncekilerin masalları!” der.
(14) Hayır, Bil’akis kazanmakta oldukları şeyler (günâhlar), kalplerini paslandırmıştır.
(15-16) Hayır, şüphesiz onlar, o gün Rablerinden gerçekten perdelenmiş olan kimselerdir! (Yâni, Onu göremezler). Sonra onlar muhakkak cehenneme gireceklerdir!

Kalem Sûresi:

(15) Ona, âyetlerimiz okunduğu zaman, “öncekilerin masalları!” dedi.
(16) Yakında onun burnunu damgalayacağız (yâni burnunu sürteceğiz).

Şâir kelâmı olduğunu iddiâ eden kâfirler hakkındaki âyetler, meselâ Sâffat Sûresi:

(34) İşte biz, günahkârlara böyle yaparız.

(35) Çünkü onlar, kendilerine, “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur” denildiği zaman, büyüklük taslıyorlardı.

(36) Ve “doğrusu biz, deli bir şâir için ilâhlarımızı mı terk edeceğiz?” diyorlardı.

(37) Hayır! O, hakkı getirip, (önceki) peygamberleri de tasdik etmiştir.
(38) Şüphesiz siz mutlaka elem dolu azâbı tadacaksınız.

Bir de Tûr Sûresi’ni kaydedelim:

(29) (Ey Muhammed!) O hâlde öğüt ver. Rabbinin ni’meti sâyesinde, sen ne bir kâhinsin, ne de bir mecnûn!

(30) Yoksa onlar, “O bir şâirdir; onun, zamanın felaketlerine uğramasını bekliyoruz” mu diyorlar?

(31) Onlara de ki: “Bekleyin. Ben de sizinle berâber (size gelecek azâbı) bekleyenlerdenim.

(32-44) {arasındaki âyetlerde genel tutumlarından, vasıflarından ve bozuk fikrî yapılarından bahsedildikten sonra}

(45) Artık sen, çarpılacakları güne kadar onları (kendi hâllerine) bırak. –denilmiştir.

Bu husûsta başka âyetler de vardır.  Fakat şimdi, Ebû Leheb’in karısı, Ümmü Cemil‘e gelelim..

Tebbet Sûresi, Ebu Leheb ve karısı hakkında nâzil olmuştur.

(1) Ebû Leheb’in elleri kurusun. Zaten kurudu da!
(2) Ona, ne malı fayda verdi, ne de kazandığı!
(3) O, alevli bir ateşe girecektir!
(4) Karısı da, odun hamalı olarak!
(5) Boynunda bükülmüş bir ip olduğu hâlde!

Dikkat ediniz, Ebû Leheb ve karısına da mühlet verilmediği gibi, daha dünyâda iken Cehenneme girecekleri bildirilmiştir! Elbette kâfirlerden, müşriklerden Müslüman olanlar vardır ancak böyle ağır hakâret edenlerin çoğunluğu Müslüman olmuştur iddiâsına mukâbil, Kur’ân’daki âyetleri okuduk.

Risâle-i Nûr’a ilişen bir kısım insanların, daha bu dünyada iken tokat yediklerini ise, tarih bunları kaydetmiştir. Kitaptaki ifâdeleri yalanlamaya çalışmak yerine, vukû’ bulmuş mu, acaba denildiği gibi olmuş mu diye taharrî edilse idi, tesbît edilebilirdi..

Hem bu iddiâya pek ehemmiyetli olan bir iki âyet daha ilâve edelim. Meselâ, Mâide Sûresi otuzüçüncü âyette “Allah’a ve Resûlüne savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası; ancak öldürülmeleri, yahut asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut o yerden sürülmeleridir. Bu cezalar onlar için dünyadaki bir rezilliktir. Ahirette de onlara büyük bir azap vardır” demesi ve otuzdördüncü âyette “Ancak onları ele geçirmenizden önce tövbe edenler bunun dışındadırlar” demesi ise, eğer tevbe etmeden ele geçirirseniz dediğimiz gibi yapın mânâsındadır ve Bakara Sûresi yüzdoksanbirinci âyette “Onları nerede yakalarsanız öldürün” denilmesi ve Enfâl Sûresi elliyedinci âyette de “Eğer onları savaşta yakalarsan, kendilerine öyle bir cezâ ver ki, onların arkasındaki diğer düşmanlara ibret olsun da, akıllarını başlarına alsınlar” emr-i İlâhîsi ile birlikte Muhammed Sûresi dördüncü âyette  de “Savaşta kâfirlerle karşılaştığınız zaman, hemen boyunlarını vurun!” denilmesi hem mühlet iddiâsına, hem de Risâlelerde zikredilen dünyada iken çarpılmaları ve âhirette de şiddetli tokat yiyecekleri ifâdelerine açık birer delîldir.

Şimdi ise, sürekli metni değiştirip ‘eleştirenler’ demelerine gelelim. En âhirde de Risâle-i Nûr ve Fetö’cüler ile ilgili olan yanlışlarını da izâh edip, bitireceğiz inşâallah.

ELEŞTİRENLER BAHSİ:

Evvelen, mes’elenin dinsizlik adına yapılan ilişmelere âit olduğu izâh edildikten sonra, eleştirenler hakkındaki böyle bir telakkîyi, Risâle-i Nûr’un muhteviyâtının da reddettiğini bildirelim.

Meselâ, Münâzarat adlı eserinde “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Dâima sûret-i haktan görünür. Yâhut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız.” diyen Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleridir.

Sorun eleştirmekte değil,  sorun; menfî eleştiride ve bir de uslûbda. Bundan kasdımız şudur ki; delîlsiz, isnâdsız, yalnızca garaz ve tahrîb amacıyla yapılanlardır. Bir de bu esnâda yapılan hakâretler, tahkîr etmeler ve öfkeli homurdanmalardır. O vakit bu bir eleştiri değil, saldırmaktır. Müzâkere değil, mübârezedir. Ve kişinin hakîkatperest olmadığının da alâmetidir, hem dînen de günahdır.

Ancak müsbet eleştiri ise; bir mes’elenin yanlışlığı şer’i delilleriyle ortaya konur fakat bu delîller, umûmun kabûl ettiği mânâya müraccah olmalı, yoksa husûsi ve zanni te’viller ile değil ve ayrıca kastedilen yanlışın doğrusu da yine mûteber delîller ile ortaya konulmalı. Niyet dâima müsbet ve tâmir maksadlı olmalı..

Bu cihetten müsbet eleştirinin her türlüsüne umûm ulemâ açıktır ve ancak o vakit karşılıklı konuşmak, konuşabilmek mümkün olur. Belki anlaşabilmek olmasa da herkes görüşünü delîlleriyle isbât ettikten sonra gerisini ehl-i ilîm ve millet takdîr eder ve elbette nihâi hüküm de Allah’ındır (c.c.)

FETÖ’CÜLER BEDİÜZZAMAN’IN TALEBESİ MİDİR:

Bu konuda savurdukları iddiâların ve muğâlatalarının bir kısmını buraya kaydedelim:

Risâle-i Nûr’dan beslenenlerin başımıza neler ördüğünü gördük. Onun (Said Nursi’nin) talebeleri… Kimin hâin olduğunu bir daha inceleyelim…

Risâle-i Nûr’un peşinden gittiğini söyleyenler, Said Nursi’nin izinden gittiğini söyleyenler, memlektin savunma sanâyisini ele geçirip, bürokrasisini ele geçirip az kalsın kıyâmeti kopartacaklardı.. Asıl hıyânet budur.

Aslında bak, bu ifâdelerden biz şeyi anlayabiliyoruz yani fetö’cülerin nasıl da halka kurşun sıkabildiklerini, nasıl halkın üzerine tank sürebildiklerini, hangi duyguyla hareket etiklerini biz bu ifadelerden anlıyoruz.

Şimdi bu fetö’cüler, bunların tamamı Said Nursi’den beslenirler, olduğu gibi Said Nursi’cidirler bunlar… Bizi vatan haini gördüklerinden üzerimize bomba yağdırmakta bir sakınca görmüyorlar.

15 Temmuz’dan sonra şimdi bas bas bağırıyorlar işte Risâle-i Nûr’u karıştırmayın bu işin içine, alakası yok Risâle-i Nûr’ların falan filan… Yahu hani biz zamanında yurtlarında kalmamış olsak, dershanelerine gitmemiş olsak inanacaz yani. Her Cuma, her hafta kafana vura vura risale okutuyorlardı Fethullah’cıların evlerinde, yurtlarında, Risâle-i Nûr’dan başak bir şey görmedik ki orada… Bu askerler de orada (15 temmuz gecesi) görevin başında, halkın üzerine tank sürme emrini veren askerler de, bu evlerde yetiştiler, Risâle-i Nûr okuya okuya yetişti bu insanlar.” (Bknz: Aynı videonun devâmı…)

15 Temmuz’dan sonra bunca yazılan, çizilen, söylenen ve yapılan izâhlardan sonra hâlen bunu bilmemek ve ayrıştıramamak; onların kabahâti, ve ayıbı ve cehâletidir. İşin hakîkatini hakkıyla anlamadan zann ile ortaya attıkları iftirâların da mes’ûliyeti üzerlerinedir..

Şimdi teferruatıyla değil ancak birkaç husûsa cevâb verelim ki, bu acip yanlışları milletimiz farketsin..

EVVELÂ: Kendilerine en güzel cevâbı devletimiz vermiştir zirâ, diyânet tarafından risâleler basılmış ve milletin isitfâdesine takdîm edilmiştir. İddâ ettikleri gibi terörist ve hâin yetiştiren eserler olsa idi, elbette buna kat’iyyen teşebbüs edilmeyecekti.

SÂNİYEN: Eğer külliyatı hakkıyla okusalar idi, Bedîüzzaman Hazretlerinin her türlü menfî hareketten Nûr Talebelerini nasıl men’ ettiğini anlayabilirlerdi. Ve dâima asâyişi muhâfazâ ikâzını da bilirlerdi. Ayrıca, o dönemin mahkemelerinin kararlarıyla ve bilirkişi raporlarıyla ve Bedîüzzaman’ı ve talebelerini hayatları boyunca tâkip eden hafîyelerin de ifâdeleriyle, menfî hiçbirşey ve hiçbir teşebbüs bulunmadığını idrâk etmiş ve anlamış olurlardı.  Hem kendi ifâdeleriyle zâten bunun cevâbını veriyorlar! Şöyle ki;

Diyorlar ki, “Şimdi bu fetö’cüler, bunların tamamı Said Nursi’den beslenirler, olduğu gibi Said Nursi’cidirler bunlar…” Ve yine diyorlar ki, “(15 temmuz gecesi) halkın üzerine tank sürme emrini veren askerler de bu evlerde yetiştiler.”

O zaman soruyoruz, niçin “FETÖ” diyorsunuz, FETÖ = Fethullahçı Terör Örgütü demek. Âidlik ekine dikkat!  Saidçi… ya da Nurcu… değil, Fethullahçı… Terör Örgütü!  Yâni, Fethullah grubuna mensûb ve onun peşinden gidenler demektir!

15 Temmuz hâinliğine teşebbüs eden ve tank sürme emrini veren askerlerin de bu evlerde yâni Fethullahçıların evlerinde, yurtlarında, dershânelerinde yetiştiğini beyân ediyorsunuz. Fakat diyemiyorsunuz ve hiçkimse de diyemiyor ve diyememiş ki; Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinin bizzat Risâle-i Nûr içinde vâris-vekîl olarak ta’yîn ettiği has talebelerinin medreselerinde yetiştiler! Meselâ, Mustafa Sungur, Hüsnü Bayram yâhut Said Özdemir, Abdullah Yeğin, Mehmet Fırıncı, Hüsrev Altınbaşak ve hakeza..! Bu isimleri diyemiyorsunuz! Bu hâinliğe teşebbüs edenlerin, bu ağabeylerin medreselerinden yetiştiklerini kimse iddiâ edemiyor! Sizler de dâhil! Hepsinin Fethullahçı olduğu tesbît edilmiş, siz de o hâinlerin üzerlerinden “Fethullah Gülen’in muskası çıkıyor, bilmem nesi çıkıyor” diyerek bunu te’yîd edip, doğruladığınız gibi !

O halde Fethullahçıları ve onların evlerini, yurtlarını, dershânelerini, Bedîüzzaman Hazretlerinin vekîl ve vâris olarak ta’yîn ettiği yâhut bizzat yanında yetiştirdiği has talebelerinin medreselerinden ayıracaksınız. Nitekim hükûmet de, devlette ayrıştırmıştır. Bu nedenle Cumhurbaşkanımız / Başkanımız, Bedîüzzaman Hazretlerinin has talebeleriyle görüşmüştür ve hâlen de görüşmektedir.  Ayrıca risâlelerin basım süreci esnâsında da Diyânet kurumuyla birlikte bir heyet altında ortak çalışmalar yürütmüşlerdir.

Mâdem 15 Temmuz’da tanklara emir veren bu askerler, Abdullaziz Bayındır’ın avânelerinin de beyânlarıyla Fethullahçı yurtlarından ve dershânelerinden yetişmişlerdir, o halde sorunu bu Fethullahçı yapıda ve zihniyette arayacaksınız.

Ayrıca şunu da ifâde edelim ki; Bedîüzzaman Hazretlerinin ta’yîn ettiği yâhut hizmetinde yetişen talebelerinin isimlerini külliyat içinde tek tek bulabilirsiniz fakat Fethullah Gülen ne Bedîüzzaman’ın yanında yetişmiştir, ne onunla görüşmüştür, ne de ismi risâlelerin içinde herhangi bir yerde geçmiştir. Bunu da hatırınızdan çıkarmayınız!

SÂLİSEN: Daha önce de zikrettiğimiz gibi, Fethullah Gülen kendi başına bir cereyândır, bir akımdır. Ve kendisi bir Nûr Talebesi değildir ve dâire-i nûriye’de de değildir. Bu kendisinin de bizzat beyânıdır.

“1971 yılında İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde Bediüzzaman Said Nursi‘nin Avukatı Bekir Berk’le birlikte yargılandıkları ‘Nurculuk’ davasında Fetullah Gülen, diğer maznunların aksine, ‘Ben Nurcu değilim’ demiştir.

Ayrıca Fethullah Gülen, Nuh Mete Yüksel’in açtığı dava üzerine Ankara 2 No’lu DGM’ye sunduğu 2000/124E dosya numarasını taşıyan 56 sayfalık savunmasında da, ‘Ben Nurcu değilim’ diyor.” (Bknz: https://www.yeniakit.com.tr/haber/fetullah-gulen-ben-nurcu-degilim-68883.html)


Mehmet Fırıncı Ağabey, Fethullah Gülen’in mahkemede ‘ben Nûrcu değilim’ dediğini anlatıyor. (Bknz: https://www.youtube.com/watch?v=Er-NLPCQsTs)

RÂBİAN: Diyorlar ki; Yahu hani biz zamanında yurtlarında kalmamış olsak, dershanelerine gitmemiş olsak inanacaz yani. Her Cuma, her hafta kafana vura vura risale okutuyorlardı Fethullah’cıların evlerinde, yurtlarında, Risâle-i Nûr’dan başak bir şey görmedik ki orada… 

Bunun doğru olmadığını bilenler iyi bilir zirâ, Fethullahçıların bünyesinde asıl okutulan kitaplar, kendisinin kaleme aldığı Pırlanta Serîsi nâmındaki kitaplardır ve yine kendisinin vaaz kasetleri yâni CD’leridir. Ayrıca, Cevşen veya el-Kulûbu’d-Dâria gibi münâcat kitapları da yoğun olarak okutulur. Bâzı me’mur derslerinde ise Kur’ân-ı Kerîm’e mânâ verilerek dersler yapılır. Risâle-i Nûr’lar ise bu sıralamanın ekseriyetle arkasındadır. Bâzı ‘abi’ dedikleri şahıslar Risâle-i Nûr’dan okurlar ancak şunu asla unutmayınız ki; onların hizmet tarzları ve ders usülleri; tamâmen kendi tarzlarıdır!

Oysa Bedîüzzaman Hazretlerinin vâris ve vekîl olarak ta’yin ettiği ağabeylerin veya bu ağabeylerin hizmetlerinden neş’et etmiş Nûr Talebelerinin sistemlerinde ise yalnızca Risâle-i Nûr okunur ve okutulur. Başka bir te’life yer verilmez. Nûr Talebeleri ve Cemaatleri umûm hizmetlerini Risâle-i Nûr’un esâsatıyla, prensipleriyle ve düstûrlarıyla tanzîm ederler. Bu ayrımlar çok yerde uzun uzun anlatılmıştır..

HÂMİSEN: Bunların hepsi Risâle-i Nûr’dan besleniyor diyerek böyle bir mantık yürütmek  öyle hatalı ve yanlıştır ki; aynı mantıkla Kur’ân‘ı da mes’ûl etmelisiniz zirâ, aynı Kur’ân’dan beslenildiği halde ne kadar bâtıl cereyanlar var, kendini canlı bomba yapanlar, eline silah alıp koşanlar, Peygamberliğin Hz. Ali’ye âit olduğunu iddiâ edenler, şimdilerdeki modernistler ve dahası ‘dikkat ediniz kardeşlerim’ Vehhâbiliğini perdeleyerek ehl-i Sünnet’e saldıranlar ve hakezâ…  Bunların da hepsi Kur’ân’dan besleniyor, o vakit Kur’ân’ı da mes’ûl etmeniz icâb eder!

Nasıl bir yanlışın içine düşüldüğü ve mâsûm milleti de düşürmeye çalıştıklarını görünüz..

SÂDİSEN:  Diyorlar ki “Değerli arkadaşlar bakın, şöyle bir ifade kullanıyor Risâle-i Nûr’da. Risâle-i Nûr’un ekseriyeti mutlaka eczalarına ilişenler, herhalde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve hâkimyet-i İslâmiyeye hıyanet ederler. Yâni Risâle-i Nûr’u eleştirenler, biz bildiğimiz için bilerek kısmına dahil oluyoruz, vatanın asayişi bozan anarşist çetesiyiz. Bunlar iktidarda olsalar, Risâle-i Nûr’u eleştirdiğimiz için bizi vatana ihanetten yargılayıp idam edecekler! Nerde kaldı senin dostluk, sevgi, hoşgörü bilmemne, hepsi buhar oldu gitti..!” Bu tam bir paranoya örneğidir. Zira, Bedîüzzaman Hazretlerinin, has talebelerini ve Risâle-i Nûr’u temsîl makâmında bulunanları siyâset ile iştigâlden men’ etmesine ve eûzu billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti diyerek uzak durulması ikâz ve ihtârına ve siyâset ile de hiçbir emâre tarihçe-i hayatında bulunmamasına ve her zaman yalnızca müsbet hareket edilmesini tavsiye buyurmasına ve bizlerin hizmetinin dâima îmân hizmetiyle meşgûliyet olduğunu ifâde etmesine mukâbil, Nûr Talebelerini ‘hayâlen’ siyâsete temâs ettirmek, ‘hayâlen’ iktidar yapmak yâhut iktidara hükmedecek bir mevkî vermek (ki bu Nûr Talebelerinin değil Fethullahçı grubunun genel karekteristiğidir) ve yine ‘hayâlen’  idâm kararını meclisten çıkarttırmak ve yine ‘hayâlen’, risâleleri eleştirenleri vatana ihânet gibi gösterip, bütün millete ve dünyaya da bunu yutturduktan sonra yine ‘hayâlde’ yargılatıp, haklarında idâm kararı verdirip, hepsini idâm etmek. Ve sonra bu ‘hayâli’ gerçek zannedip, konuşmanın sonunda “nerde kaldı senin dostluk, hoşgörü bilmem ne, hepsi buhar oldu gitti..” diye hükmetmek hakîkaten, cevâbu’l-ahmak es-sükût imiş!

Ve dehşetli ikinci cinâyetleri ise, “Aslında bak, bu ifâdelerden biz şeyi anlayabiliyoruz yani fetö’cülerin nasıl da halka kurşun sıkabildiklerini, nasıl halkın üzerine tank sürebildiklerini, hangi duyguyla hareket etiklerini biz bu ifadelerden anlıyoruz” diyerek güyâ eline silâh alan bu hâinler, bu kurşunları sıkarken, risâleleri eleştirenler vatan hâinidir telakkisiyle ve bu duyguyla kurşun sıkıyorlarmış. Yâni, o silahlara karşı sokaklara ‘yalnızca risâleleri eleştirenlerin indiğini’ düşünüyor olmalılar ki, ‘siz risâleleri eleştiridiniz, o zaman hâinsiniz’ diye tasavvur ederek kurşun sıktıklarını düşünmek ve bunu iddiâ etmek, artık buna mecnûniyet mi diyelim takdîr sizin…

el-HÂSIL:

Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Münâzarat’taki şu ikâz ve nasîhatını tekrar hatırlatmak istiyorum:

“Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Dâima sûret-i haktan görünür. Yâhut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız.”

Allah’u Teala (c.c.) sizleri, bizleri istikâmetten ayırmasın.

Selâmet ve hayır üzere..
Ersin Miman

———————————-

Dîne savaş açanların dünyâda iken tokat yediklerini gösteren diğer âyetler:

Enâm Sûresi, 25: “Onlardan seni Kuran okurken dinleyenler de vardır. Fakat Biz onu lâyık olduğu şekilde anlamalarına mani olmak için, onların kalplerine kat kat örtüler gerdik. Kulaklarının içine de, gereği gibi işitmelerini engelleyen ağırlıklar koyduk. Artık onlar her türlü mucize ve belgeyi de görseler yine iman etmezler. O kadar ki yanına geldikleri zaman seninle münakaşaya girişerek ‘Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir’ derler”

Âl-i imran Sûresi, 153: O vakit siz savaş meydanından hızla uzaklaşıyor, dönüp hiç kimseye bakmıyordunuz. Peygamber ise peşinizden sizi çağırıp duruyordu. Bunun üzerine ALLÂH, keder üzerine keder vererek sizi cezalandırdı. ALLÂH’ın sizi affetmesi, gerek elinizden gidene, gerek başınıza gelen felâkete esef etmemeniz içindir. ALLÂH bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Âl-i imran Sûresi, 166-167: İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen musîbet ALLÂH’ın izniyle olmuştu. Bu da O’nun mü’minleri ayırd etmesi, münâfıklık yapanları da meydana çıkarması için idi.

Enfâl Sûresi, 49:  O zaman münâfıklar ve kalblerinde şüphe bulunanlar diyorlardı ki: “Bu müslümanları dinleri aldatmış, (çünkü kendilerinden çok üstün bir ordu ile savaşa girişiyorlar).” Halbuki kim ALLÂH’a güvenip dayanırsa ALLÂH ona yeter. Şüphe yok ki ALLÂH Azîz’dir, Hakîm’dir (mutlak gâlibtir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).

Tevbe Sûresi, 87: Savaş’tan geri kalan kadınlarla birlikte oturmaya râzı oldular. Kalblerine mühür vuruldu,  artık onlar (cihad’daki  hikmeti, Resûllullaha itaat etmedeki mutluluğu) anlayamazlar.

Tevbe Sûresi, 93: Ayıplamak gerekirse, zengin ve imkânlı olmalarına rağmen savaşa katılmamak için bahaneler ileri sürenler ayıplanmalıdır. İşte onlar geride kalan güçsüz kadınlarla beraber kalmaya râzı oldular. ALLÂH da onların kalblerini mühürledi. Artık onlar işlerin gerçek mâhiyyetini bilemezler.

Ahzâb Sûresi, 25: ALLÂH, o kâfirleri, elleri boş olarak, kîn ve öfkeleriyle geri çevirdi. Mü’minlerin savaşmasına hâcet bırakmadı. Herkes anladı ki ALLÂH pek kuvvetlidir, mutlak gâlibtir.

Meleklerin, kâfirleri öldürdüğünü gören sahâbîler hadisi:

Sahîh-i Müslim, Kitâbu’l-Cihâd ve’s-Siyer,

(18) Bedr Gazvesinde Müslümanlara Meleklerle İmdâd Edilmesi ve Ganîmetlerin Mübâh Kılınması Bâbı

58- (1763) Bize Hennâdu’bnu’s-Seriyy tahdîs etti. Bize İbn Mubârek, İkrimetu’bnu Ammâr’dan tahdîs etti. Bize Simâk el-Hanefiyy tahdîs edip şöyle dedi : Ben İbn Abbâs’dan işittim şöyle diyordu : Bana Ömer ibn Hattâb tahdîs edip dedi ki: Bedr günü olduğu zaman… H ve yine bize Zübeyr ibn Harb tahdîs etti (lâfız da onundur). Bize Ömer ibn Yûnus el-Hanefî tahdîs etti. Bize İkrimetu’bnu Ammâr tahdîs etti. Bana Ebû Zumeyl (ki o Simâk ibn el-Hanefî’dir) tahdîs etti. Bana Abdullah ibn Abbâs tahdîs edip dedi ki: Bana Ömer ibn Hattâb (RA) tahdîs edip şöyle dedi : Bedr günü olduğu zaman Rasûlullah (SAV) müşriklere baktı onlar bin kadar var, bir de sahâbîlerine baktı üç yüz on dokuz kişiden ibâret. Bunun üzerine Allah’ın Peygamber’i kıbleye döndü, sonra iki elini uzattı ve Rabbine seslenerek şu duâ ile yardım istemeğe başladı : “Yâ Allah! Bana ettiğin va’dini yerine getir.

 Yâ Allah! Va’dettiğini bana ihsân eyle 35.

Yâ Allâh! Eğer islâm ahâlisinden olan şu topluluk helâk olursa yeryüzünde sana ibâdet edilmiyecek”. Resûlullah iki elini uzatmış ve kıbleye yönelmiş olarak mütemâdiyen bu duâyı tekrar ediyor, Rabbinden yardım istiyordu. Nihâyet omuzlarından ridâsı düştü. Yanına Ebû Bekr gelip ridâsını aldı ve Peygamber’in iki omuzları üzerine bürüdü, sonra da arkasmdan onu tuttu ve: “Ey Allah’ın Peygamber’i! Rabbine olan bu münâcâtın yetişir. Çünkü O, sana olan va’dini yerine getirecektir”  dedi. Bunun üzerine Azîz ve Celîl olan Allah şu âyetleri indirdi : «O vakit siz Rabbinizden imdâd istiyordunuz da o da: Muhakkak ki ben size meleklerden birbiri ardınca b i n ile imdâd edeceğim diyerek duânızı kabûl buyurmuşdu (el-Enfâl: 9). İşte Allah, Peygamber’ine (burada zikr olunan) meleklerle imdâd etmiştir 36

Ebû Zumeyl dedi ki: Bana İbn Abbâs tahdîs edip şöyle dedi: O gün müslümanlardan bir kimse önündeki müşriklerden bir insanın arkasından şiddetle koştuğu bir sırada birdenbire üst tarafında bir kamçı darbesi ile: Gayret et yâ Hayzûm! 37” diyen bir suvârî sesi işitti. Bunun üzerine önündeki müşrike baktı, o düşüp arka üstü yatmış. Yanına gelip baktığında onun burnu vurulmuş, yüzü de kamçı darbeleri gibi yarılmış. Akabinde bütün bu dövük yerler yemyeşil olmuş. Bunları müşâhede eden o müslüman Ensârî geldi ve bu gördüklerini Resûlullah’a söyledi. Bunun üzerine Resûlullah: “Doğru söyledin, bunlar üçüncü semânın yardımındandır» buyurdu. Müslümanlar o gün yetmiş müşrik öldürdüler, yetmiş tânesini de esîr aldılar. 


35 Burada Rasûlullah’ın Allah’dan yerine getirilmesini istediği va’di şöyle îzâh ediliyor: Birincisi,  Allah’ın bütün Peygamber’lere ve onlar cümlesinden olan Muhammed’e olan va’didir ki şu âyetlerde ifâdesini bulmuşdu: 
“Andolsun ki (Peygamber olarak) gönderilen kullarımız hakkında bizim şu sözümüz geçmiştir: Onlar, elbette onlar muhakkak muzaffer olacaklardır. Ve elbette bizim askerlerimiz mutlak onlar gâlib geleceklerdir” (es-Sâffât: 171-173).

İkinci vaad de şu âyetlerde bildirilmişdi:

“O vakit Allah size iki tâifeden birinin muhakkak sizin olduğunu va’d ediyordu.  Siz ise kuvveti ve silâhı  bulunmayanın kendinizin olmasını arzu ediyordunuz. Allah da emirleri ile hakkı açığa vurmağı, kâfirlerin arkasını kesmeği irâde buyuruyordu. Bunun hikmeti şu idi: O günahkârlar istemese de hakk (olan müslümanlığ)ı  pâyidâr edecek bâtılı da iptâl buyuracaktı” (el-Enfâl: 7-8)

Bu âyetde zikrolunan iki tâifeden birisi Ebû Sufyân’ın başkanlığı altında Şâm’dan Mekke’ye gelmekte olan büyük ticâret kervânı, öbürüsü de Ebû Cehl’in kumandasında Mekke’den hareket eden ve müslümanları vurmak isteyen ordudur. Allah bunlardan herhangisi üzerine hareket edilirse Peygamber’ine galebe va’d etmişti. El- Kamer: 43-45’inci âyetlerde de kâfirlerin bozulacağı, arkalarına dönüp kaçacağı haber verilmişti. Bu da aynı va’d cümlesindendir. 

Fakat Bedr’de iki ordu karşı karşıya gelince Kureyş ordusu sayı ve kuvvetce çok farklı olduğundan Resûlullah herkeste bir endişe hissetmişti. Bunun üzerine ellerini kaldırarak Allâh’ın va’dini bu sözlerle duâ ve niyâz etmişti. Ebû Bekr’in: “Allah bu zaferi sana verecektir” sözünden de anlaşılacağı üzere va’d olunan zaferin tahakkuk edeceğine umûmî kanâat hâsıl oldu, irâdeler yükseldi ve hakikaten va’dedilen zafer gerçekleşdi.

36. Allah’ın meleklerle bilfiil müslümanlara imdâd ve yardım ettiğine delâlet eden âyetlerden ba’zıları şunlardır:

“Andolsun ki siz zaîf ve dûn iken Allah size Bedr’de kat’î bir zafer verdi. Allah’dan sakının, tâ ki şükretmiş olasınız. O vakit sen mü’minlere: İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size imdâd etmesi yetişmez mi? size diyordun. Evet, siz sabreder sakınırsanız bu (düşman) da ansızın üstünüze gelecek olursa Rabbiniz size nişanlı nişanlı beşbin melekle imdâd edecektir. Allah bu imdâdı size başka değil, sırf bir müjde olsun, kalbleriniz onunla yatışsın diye yaptı. Yoksa  nusret (ve zafer) ancak yegâne gâlib ve yegâne hüküm ve hikmet sâhibi olan Allah cânibindendir (Âl-i İmrân: 123-127).

 “O vakit siz Rabbinizden imdâd istiyordunuz da O da: Muhakkak ki ben size birbiri ardınca bin (lercesi) ile imdâd edeceğim diyerek duânızı kabûl buyurmuşdu. Allah bunu ancak bir müjde olsun, kalbleriniz o sâyede oturaklaşsın diye yapmıştı. (Yoksa ) Allah’ın katından başkasından hiçbir yardım yoktur. Şüphesiz ki Allah Azîz Hakîmdir. O, size o vakit kendisinden bir emînlik olmak üzere hafîf bir uyku bürüyordu. Sizi tertemiz  yapmak, sizden şeytanın murdarlığını gidermek, kalplerinize râbıta vermek,  ayakları pekiştirmek için de gökten üstünüze bir su indiriyordu. O vakit Rabbin meleklere: Şüphesiz ki ben sizinle beraberim. Haydi iman eden (o mücâhid) lere sebat ilhâm edin diye vahy ediyordu. Ben kâfirlerin yüreklerine korku  salacağım (Ey mü’minler!) hemen vurun boyunlarının üstüne, vurun onların her  bir parmağına(diyordu)” (el-Enfâl: 9-12)

 37. Bu, meleğin bindiği atının ismidir denilmiştir (Nevevi). 


[1] https://www.youtube.com/watch?v=Iv44DERIopE

[2] Emirdağ Lâhikası-1, Envâr Neşriyat, sh:288

[3] Emirdağ Lâhikası-1, Envâr Neşriyat, sh:126