Suâl: “Yaşadığımız hayatın içinde mutlu olduğumuz zamanların dışında birçok dert, sıkıntı, musibetler ile de iç içe yaşıyoruz.
Benim yetiştiğim ailede-çevremde başımıza istemediğimiz bir olay geldiğinde bunun bir hatamız, kulluğumuzda ki eksiklik dolayısıyla bize verildiğini düşünüyorlar. İyi eksiksiz kulluk yaparsak bu sıkıntıların-musibetlerin kişiye isabet etmeyeceğini ama kul’da hiçbir zaman eksiksiz hatasız olmayacağı için musibetsizde olmadığı yönünde bir düşünce var.
İbadetlerimi yapıyorum ve elimden geldiğince haramlardan sakınmaya çalışıyorum. Başa gelen her olumsuz dert ve musibetleri değerlendirirken, bizim eksiklerimizin, günah ve hatalarımızın bir yansıması olarak Allah’ın bize yaşattığı olaylar olarak mı bakmalıyız? Bu konuda her olayı hatamız sonucu olarak mı okumalıyız?”
Kıymetli Kardeşim,
Bu minvalde başka sûaller de tarafıma iletilmiş olduğundan, onlara da cevâb olacak tarzda yazabilmeyi niyet ediyorum, gayret bizden, tevfîk ise Allah’tandır..
Şahsa gelen musîbetlerin sebebini bâzı hocaların, Kur’ân’da zikredilen “başımıza gelen her musîbet, mutlaka günâhlarımız, hatâlarımız sebebiyledir” âyetlerinin tahtında mütâlaa ederek, musîbetleri yalnızca kişinin günâhlarına ve hatâlarına verme iddiâlarını; mâsumlar zümresinde olan günâhsız bebeklerin, tıfıl çocukların ve mes’ûliyet yaşına gelmemiş küçüklerin bâzı ağır musîbetler altında ızdırâb çekmeleri, (onların bu iddiâsını) reddediyor.
Zirâ, mâsûm yavruların, küçük çocukların (vâ-esefâ) acımasızca katledildiğine, savaşların ağır şerâiti altında ızdırâb çektiklerine, zâlimlerin acımasız işkencelerine ma’rûz kaldıklarına yâhûd âfetler ve enkazlar altında ezildiklerine şâhid oluyoruz.
Hem bu iddiâlara kulak verenler, başa gelen musîbetleri yalnızca günâhlara ve hatîatlara vermek ile musîbetzedeleri günâhkar görüyor ve o nazarla bakıp, baktırıyor.
Halbuki, musîbetlere en ziyâde ma’rûz kalanların ‘günâhsız olan’ Peygamberler olduğunu da hadisler bize haber verdiği halde..
O halde; “başımıza gelen her musîbet, mutlaka günâhlarımız, hatâlarımız sebebiyledir” diyerek sâdece bu minvaldeki âyetleri alıp sâir âyetlere bakmamak ve bu mes’eleye bakan hadisleri nazar-ı i’tibâra almamak ve ehl-i Sünnet âlimleri ne diyor diyerek beyânlarını nazar-ı dikkate almamak, nihâyetinde; musîbetlerin hikmetlerini anlamada ve izâh etmede nâkıs kalındığını ve musîbetlerden hâsıl olan sevâb ve müjdelerinden de ümmetin mahrûm bırakıldığını görüyoruz.
Bunun üzerine, delîl olarak gösterilen Şûrâ Sûresi, 30. âyetin izâhâtını, sâir ulemânın tefsîrlerinden nakletmek ile başlamak istiyorum:
Meâlen: “Başınıza gelen her musîbet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir; kaldı ki Allah birçoğunu da bağışlar.”
Hak Dini, Kur’ân Dili Tefsiri, Elmalılı M. Hamdi Yazır: “Bu hitap ve sesleniş günahkârlaradır. Çünkü sabır ile sevaba veya yüksek derecelere ulaştırılmak gibi diğer birtakım sebeplerle günahkâr olmayanların başlarına gelen musibetler de yok değildir. ‘Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele.’ (Bakara, 2/155)”
Diyânet Tefsîri: “Sabırlarının sınanması, ruhen olgunlaşmalarına, sevap ve yüksek mertebe elde etmelerine yahut günahlarının bağışlanmasına vesile kılınması gibi sebeplerle, kusuru ve günahı olmadığı halde bazı insanların sıkıntı ve felâketlere mâruz bırakılabildiğini gösteren âyet ve hadislerde ise (bk. Zemahşerî, III, 405; Süleyman Uludağ, ‘Belâ’, DİA, V, 380), burada belirtildiği anlamda yani son tahlilde o kişinin aleyhine sayılabilecek, gerçekten ‘kötü’ olarak nitelenebilecek bir durum söz konusu olmadığı için, onları burada kastedilen ‘musibet’in kapsamı dışında düşünmek uygun olur. Bu noktaya açıklık getirmek amacıyla birçok müfessir burada sadece günahkârlara hitap edildiği yorumunu yapmıştır (Zemahşerî, III, 405; Beyzâvî, V, 412-413). Muhammed Esed ise muhtemelen aynı kaygı ile yani Kur’an’ın diğer ifadeleri ve İslâmî öğretilerle çelişmeyen bir izah olması için buradaki musibeti öteki dünyada karşılaşılacak felâketler şeklinde yorumlamıştır. (II, 989, 990) (Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 752)”
Celâleyn Tefsîri: “Başınıza -Buradaki hitab, mü’minleredir- her ne musibet, bela ve güçlük gelirse, hep kendi ellerinizin kazandığı yüzündendir. kendi kazandığınız günahlarınız yüzündendir. Çoğunlukla işler, eller kullanılarak görüldüğü için, eller ile tabir edilmiştir. Böyle iken onların bir çoğunu da bağışlar ve onların cezasını vermez. Allahü teâlâ, dünyadaki cezayı âhirette tekrar etmeyecek kadar lütuf ve kerem sâhibidir. Günahkâr olmayan kimselere gelince; bunların dünyada başlarına gelen musibetler, âhiretteki derecelerini yükseltmek içindir.”
Beydavî Tefsîri: “Âyet günahkârlara tahsis edilmiştir (hüküm onlar içindir); çünkü diğerlerinin (iyilerin) başına gelen başka sebeplerdendir; Meselâ ona sabretmekle büyük ecir kazanmaları gibi.”
Nesefî Tefsîri: “İnsanların en çok musibete uğrayanları öncelikle peygamberlerdir, sonra derecelerine göre (veliler ve salihler) gelir. Kişi dinine göre belâ ve imtihanlara maruz kalır. Eğer dine bağlılığı sağlamsa, belâsı daha da artar. Fakat dininde gevşek davranıyorsa, ona göre musibetlerle karşılaşır. Kişiye belâlar gelmeye devam eder de artık onun üzerinde hiçbir günah kalmaz. (Tirmizî, Zühd 57; Ahmed b. Hanbel, I/172, 174; bk. Buhârî, Merdâ ve Tıb, 3.)”
(*) Burada “kişiye belâlar gelmeye devâm eder de artık onun üzerinde hiçbir günah kalmaz” ile kastedilenler; ‘dininde gevşek olanlardır’ zirâ musîbetlerle günahları temizlenir. Peki bu durumda, “Peygamberlere ve sonra derecelerine göre (velîler ve sâlihlere) gelen musîbetleri” nasıl anlayacağız?
Demek ki musîbetlerin, farklı hikmetleri ve gâyeleri de var..
İklime dedi ki: “Herhangi bir kula isabet eden en ufak bir musibet ve daha büyüğü mutlaka o olmaksızın Allah’ın kendisini bağışlamayacağı bir günah sebebiyle yahutta o olmaksızın Allah’ın kendisini oraya ulaştırması sözkonusu olmayan bir dereceye (daha yüksek bir makâma) nail olması sebebiyle isabet eder. (Nesefî Tefsîri)”
Ebû’s-Suûd Tefsîri: “Bu âyet, mücrimlere mahsustur. Zîrâ mücrim olmayanlara çarpan musibetler, başka sebeplerden dolayıdır. Bu sebeplerden biri, masum kimsenin, uğradığı musibete sabır göstermesiyle büyük mükâfata eriştirilmesidir.”
Bedîüzzaman Sâid Nûrsî, Risâle-i Nûr: “Asıl musîbet ve muzır musîbet, dîne gelen musîbettir. Musîbet-i dîniyeden her vakit dergâh-ı İlâhîyeye ilticâ edip feryâd etmek gerektir. Fakat dînî olmayan musîbetler, hakîkat noktasında musîbet değildirler. Bir kısmı ihtâr-ı Rahmânîdir. Nasılki çoban, gayrın tarlasına tecâvüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki: Zararlı işten kurtarmak için bir ihtârdır, memnûnâne dönerler. Öyle de çok zâhirî musîbetler var ki; İlâhî birer ihtâr, birer ikâzdır ve bir kısmı keffâretu’z-Zünûbdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve za’fını bildirerek bir nev’i huzûr vermektir.” (Lem’âlar)
“İbâdet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musîbetlerle musîbetzede za’fını ve aczini hissedip Rabb-ı Rahîmine ilticâkârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubûdiyet yapar. Bu ubûdiyete riyâ giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musîbetin mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit her bir saati bir gün ibâdet hükmüne geçer. Kısacık ömrü, uzûn bir ömür olur.” (Lem’âlar)
Buraya kadar aktardığım âlimlerin izâhları ve ittifâkları; Kur’ân’daki diğer âyetlerin ve ilgili hadislerin bütünlüğü içinde ortaya koyduklarıdır. Kasdettiğimiz diğer âyetlerden misâller nakletmeden önce bir parça mütalaa edelim:
Peygamber efendimiz (ﷺ) nübüvvetle şereflendikten sonra, Müslüman olan başta Hz. Ebû Bekîr ve diğer sahâbîler, müşriklerin pek ağır tasallutlarına ve eziyetlerine ma’rûz kaldılar. Halbuki İslâm ile ‘yeni şereflenmiş olan’ bu Zâtlar, İslâm’a girmek ile umûm hatiât ve günâhlarından azâd olunup, tertemiz, bembeyaz bir sâhife onların hayâtlarına ihsân-ı İlâhî ile açıldı. Peki, bu ağır musîbetlere neden düçâr oldular? Ve kendilerine hicret izni verilinceye kadar ciddî ızdırâblar çektiler? Oysa ki, İslâm ile şereflendikleri vakit geçmiş bütün günâhları affedilmiş idi, zirâ bu; İslâm’ın bir müjdesidir.
Ve Hz. Yûsûf’un (aleyhi’s-Selâm) çocuk yaşta kuyuya atılarak kardeşlerinden eziyet görmesi ve bir köle olarak satılmasını da günahlarına verebilir miyiz?
Dikkat edin! Hz. Yûsûf (aleyhi’s-Selâm) henüz çocuk yaşta idi ve babası bir Peygamber ve kardeşleri arasında istikbâlde Peygamber’lik vazîfesiyle müşerref olmaya namzet idi..
Demek, musîbetlerin başka maksâd ve hikmetleri de var..
Nahl Sûresi, 110. âyet meâlen: “Sonra şu da kesin bir gerçektir ki, elbette senin Rabbin, mihnet ve işkencelerle, zulûm ve baskılarla sınandıktan sonra hicret eden, ardından Allah yolunda cihâd eden, çalışıp didinen ve sabredenlerin yardımcısıdır. Doğrusu Rabbin, onların bütün bu güzel davranışlarına karşılık olarak gerçekten çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sâhibidir.”
Âyet bize açıkça ifâde ediyor ki onlar; sınandılar, imtihân edildiler ve îmânları ile teslîmiyetleri denendi ve nihâyetinde onların bu davranışları ve sabırları “güzel” olarak nitelendirildi.. Onların günâhlarına ve hatâlarına binâen değil, imtihân ve sınanmak için o dehşetli zulûm ve işkenceler başlarına verildi diye beyân ediliyor.
Eğer günâhları ve hatâları yüzünden olsa idi, verilen musîbetler, suçlunun cezâsını çekmesi kâbilinden olurdu. Halbuki âyette sınandıkları ifâde edildikten sonra, Allah yolunda cihâd eden, çalışıp didinen ve sabredenler taltîf ediliyor, onlara iltifât ediliyor. Ve onların bu davranışlarının ve hallerinin güzelliğinden bahsediliyor.
Eğer denilse: Âyetin sonunda “Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sâhibidir” deniyor. Demek onların günâhları vardı ki, “Allah çok bağışlayıcıdır” denilmiş.
Bâzı Müslümanların, Müşriklerin kendilerini dînlerinden geriye döndürebilmek için yaptıkları dehşetli zulûm ve işkenceler altında, müşriklerin duymayı istedikleri sözleri kalben kabûl etmeyerek ‘sâdece dil ile ikrâr edip’ canlarını kurtarmalarına mukâbil; “Allah çok bağışlayıcı ve merhamet sâhibidir” denildiğini tefsîrler beyân ediyorlar.
Dikkat edersek, “Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele.” (Bakara Sûresi, 155.âyet)” gibi âyetlerde kulların imtihân edileceğini ve bu belâ ve musîbetlere sabredenlerin, sabırlarına mukâbil ecîrler, ihsânlar ve uhrevî lütûflara mazhâr olacakları müjdeleniyor. Bu da bize gösteriyor ki, her musîbet günâhlar sebebiyle değil, daha yüksek uhrevî makâmları kazanabilmek için de veriliyor. Yâni; Cenâb-ı Hakk (Celle Celâluhu) bir kulunu kendine daha yakın kılmak yâhûd daha yüksek bir makâma ulaştırmak için bir takım musîbetlere ma’rûz bırakır. Eğer kul sabr-ı cemîl gösterirse, o müjdelere nâil olur demektir. Bu mânâyı te’yîd eden bâzı âyât-ı Kur’âniye:
Meâlen: “Ben de, sabretmelerine karşılık onları bugün mükâfatlandırdım. Evet, onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.” (Mü’minun Sûresi, 111. âyet)
Meâlen: “Şurası bir gerçek ki, sabredenleri, yaptıkları en güzel işleri esâs alarak mükâfatlandıracağız.” (Nahl Sûresi, 96. âyet)
Meâlen: “Sabretmelerine karşılık onları Cennetle ve ipekli giysilerle ödüllendirir.” (İnsân Sûresi, 12. âyet)
Meâlen: “Biz, kiminizi, kiminiz için imtihân vesîlesi yaptık ki, bakalım sabredecek misiniz?” (Furkan Sûresi, 20. âyet)
Ve daha bu mânâdaki birçok âyet ve hadis, ehl-i Sünnet’in tesbîtini de te’yîd ediyor..
Hâsılı: Musîbetlerin; keffâretu’z-zünûb (günâhlara kefâret) olması yanında, bir de âhirette azîm mükâfatlara mazhâr etmek, Cennetteki makâmını yükseltmek ve bâzen de sakındırmak nev’inde ikâz ve ihtâr olarak Rahmet-i İlâhîye’den kullarına verildiğini biliyoruz.
Sabrın tavsiye edildiği âyetlerde zikredilen uhrevî ecîr ve mükâfatlar ile birlikte, sabrın gelişmesinin rûhun olgunlaşmasına da medâr olduğu ve ayrıca musîbetlerin; kula acziyetini hissettirip, nazarını Rabbine çevirip, Cenâb-ı Erhamürrahimin’e teveccüh etmesine de medâr olduğunu anlıyoruz.
Bütün bunlara mukâbil, pek ehemmiyetli gördüğüm bir husûsa daha temâs ederek bitiriyoruz..
Musîbetleri kendi hakkımızda yorumlamak: Bu zamânda, nefsi müdafaa pek ileri gitmiş, akılcılık cereyânından neş’et eden bir enâniyet de bunun sırtına binmiş berâber gidiyorlar.
Kişi, hatâsını görmek istemiyor, yaptığı yanlışı kabûl etmek istemiyor, nefsine ve enâniyetine pek ağır geliyor. Bu yüzden binbir te’vîl ile te’vîle çalışıyor ve hatta ………………
O vakit, nefsini tam ıslâh edememiş bâzı rûhlar; kendi yaptıkları hatâlarını görememekten yâhûd görmek istememekten neş’et eden bir hissiyatla, başlarına gelen musîbetleri, âhirette yüksek makâmlara mazhâr olmaları için kendilerine verildiğini ve hatta nerede ise kendilerini velî bir kul olarak düşünüp nefislerini okşuyorlar. Bâzen buradan bir fahr, gizli bir gurûr baş gösteriyor.. Sırf bu nazarla, kendine mânevî makâm verenlerin dahi olabildiğini zaman gösteriyor.
Mâdem ki nefsimizi okşamamız ile hakîkat değişmiyor ve gözlerimizi kapatmak ile gündüz de gece olmuyor… O vakit;
Eğer sarih bir hatâmız varsa, günâhımız olmuş ise yâhûd biz göremesek dahi, çevremizdeki (herkes değil!) hakîkatperest ve şuurlu ve ihlâslı ve ilîm bilen ehl-i Sünnet zâtların hakkımızda bir müşâhedesi varsa, onları dinlemeli. O musîbeti, o hatamız hakkındadır bilmeli, tevbe ve istiğfâr ile Allahu Teâlâya ilticâ etmeli ve tekrar etmemek için de bizi teyakkuza sevk etmeli.
Kendimizi mülâhâza ve muhâsebeye aldığımız vakit, eğer bir kusurumuzu bulamıyorsak; belki bilmediğimiz hatâlarımız vardır diye düşünmeli zirâ, kul hatâsız olmaz.. Hele hele âhirzamanda, günâhların, haramların ve gıybetin, sû-i zann’ın rahatça ve serbestçe her tarafta dolaştığı bir hengamda, bilmeden bir hatam olabilir diyerek her dâim tevbe veya istiğfâr ile meşgûl olmak ve Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine ilticâ etmek en kârlısı ve hayırlısı olsa gerektir.
Yoksa; ‘herhangi bir kusur görmüyorum’ diyerek oradan olası bir fahr ya da gurûrun kapısını aralamak gibi bir tehlikeye düşmemek için, bu mülâhazâ içinde olmak daha hayırlıdır diye kanaatim var. Zirâ bu hissiyât ve fikriyât bizi dâima acziyet ve fakriyet, tevâzu ve mahviyet hâlinde tutar… ki; nefis başını kaldıramasın.
Ancak; kardeşlerimiz hakkında, onlara bu nev’den bir musîbet isâbet etse, bir hatâsı, günâhı veya böyle bir musîbeti netice verecek kusuru sarîhan görünmüyorsa, kardeşimizi (veya bir Müslümanı) bilmediğimiz hatâlarıyla ve günâhlarıyla ithâm etmemek gerektir. Mutlaka ‘gizli bir hatân vardır’ demek yerine, o kardeşlerimiz için hayır duâsında bulunmak ve onların sıkıntılarına ortak olmak ve tesellî etmek ile uhuvveti te’sîs etmek ve kardeşliği perçinlemek lâzımdır. Herkesin yalnızca kendi nefsine bakması, kendi kusurlarını görmesi ve onlarla alâkadar olması; herhalde ve aklı da başında ise, zâten başkasının kusurlarını görmesine hâcet bırakmaz kanaatindeyim ve’s-Selâm..
Selâmet ve hayır üzerimize olsun, duâlarınızı beklerim..
Ersin Miman
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.