Şeyh Said, Bedîüzzaman’a mektûb göndermiş midir?

Loading

Bu iddânın tahlîlini üç kısımda yapmak niyet ediyorum. Birinci kısım: Risâle-i Nûr’un nazarından mes’eleyi görebilmek. İkinci kısım: Şeyh Said ile olan mektûblaşma hâdisesidir. Üçüncü kısım: Bizim nazarımızla ilgilidir.

Tahlîlimizi bu sıralamada yapacağız ki, en mühîm noktayı yâni birinci kısmı gözden kaçırmadığımızdan emîn olalım. Evvelen şu suâlin cevâbını iyice düşünelim.

Risâle-i Nûr’un bu asırdaki tarz-ı hizmetinin netîcelerini görebiliyor muyuz?

Risâle-i Nûr hizmetlerinin bu kadar kısa bir sürede verdiği mahsûlatını ve zemin yüzündeki fütûhâtını müşâhede edebilenler ve okuyanlarına kazandırdığı tahkîk-i îmânı görebilenler ‘insaf sâhibi olmak kaydı ile’ Risâle-i Nûr’un bu asırdaki tarz-ı hizmetinin azîm menfaatlerini, semeradâr mahsûlatını ve nihâi hedefe nûr ile ulaşılabildiğini binler senâlarla birlikte takdîr ediyorlar, tasdîk ediyorlar..  Zirâ ekilen biçiliyor..

“Evet Risâle-i Nûr îmân-ı tahkikîyi bu vatanda neşretmekle îmânı kuvvetlendirip, bu memleketteki dinsizlik ve îmânsızlık, dalâlet ve sefâhete karşı mukâbele ve müsbet bir tarzda mücâdele ederek bunları mağlûb etmiştir. Büyük ve küllî ve umumî mücâhede-i dîniyesinde muzaffer olmuştur. (Tarihçe-i Hayat). Pek doğru ve hakîkat bir tesbîttir, her insâf sâhibi görebilir..

Kur’ân’ın bu asrın fehmine bir dersi olan Risâle-i Nûr ve onun esâsatı, elbette bu asır için en maslâhatlı, fâideli ve en isâbetli ve en istikâmetli olanı Kur’ân’dan getirip bizlere takdîm ediyor. Bu nedenle bu asırda, bu zaman ve mekanda dîn-i mubîn’e en selâmetli hizmet ancak Risâle-i Nûr’un gösterdiği tarz iledir diye yakînen müşâhede ediyoruz. Ve buradan da Bedîüzzaman Hazretlerinin dâhili mücâdeleye karşı tutumunun, düşüncesinin ve duruşunun, bizlere bu asır için Kur’ânî bir yol ve ta’rif edici olduğunu bihakkın anlıyoruz, biliyoruz..

İslâmiyet, selm ve müsâlemettir; dâhilde nizâ ve husûmet istemez (Sözler, Lemaat)

Çünki asıl mes’ele bu zamanın cihâd-ı mânevîsidir. Mânevî tahribâtına karşı sed çekmektir. Bununla dâhilî asâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Evet mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asâyişi muhâfaza etmek içindir. وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى düstûru ile ki: ‘Bir câni yüzünden; onun kardeşi, hânedânı, çoluk-çocuğu mes’ûl olamaz.’ İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asâyişi muhâfazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı değil, ancak haricî tecâvüze karşı istimâl edilebilir. Mezkûr âyetin düstûru ile vazifemiz, dâhildeki asâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.” (Emirdağ Lâhikası-2). 

Peki, Bedîüzzaman Said Nûrsî Hazretlerinin hayâtında bu düstûr görünüyor mu?

Evet, Bedîüzzaman Said Nûrsî Hazretlerinin memleket dâhilinde cereyân eden birçok hâdise de dâima yatıştırıcı ve sulha dönük icraatlar ortaya koyduğunu çok iyi biliyoruz. Ve bu mes’elemize bakar husûsta da  1913 senesinde Bitlis  hâdisesi münâsebetiyle Hizanlı Şeyh Selim ve Bitlisli Şeyh Şehâbettin ve Seyyid Ali’nin bu hâdise öncesinde Van’a gelerek Bedîüzzaman Hazretlerine müracaat ettiklerini ve kendilerine yardımcı olmasını istediklerini biliyoruz. Bedîüzzaman Hazretleri bu olayı şu şekilde anlatmıştır:

“Eski Harb-i Umûmi’den evvel, ben Van’da iken, bâzı dindar ve müttakî zâtlar yanıma geldiler, dediler ki: Bâzı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel bize iştirâk et, biz bu reislere isyân edeceğiz.

Ben de dedim: o fenâlıklar, o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsûstur. Ordu onunla mesûl olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya kılınç çekmem ve size iştirâk etmem. O zâtlar benden ayrıldılar, kılınç çektiler, neticesiz Bitlis hâdisesi vücûda geldi. Az zaman sonra Harb-i Umûmi patladı. O ordu dîn nâmına iştirâk etti, cihâda girdi. O ordudan yüzbin şehitler evliyâ mertebesine çıkıp, beni o dâvâmda tasdîk edip kanlarıyla velâyet fermanlarını imzaladılar.” (Şuâlar, Ondördüncü Şuâ)

Burada görmemiz gereken, Bedîüzzaman Hazretlerinin bu gibi dâhili hareketlere ‘sebebi ne olursa olsun’ nasıl baktığı, nasıl gördüğü ve nasıl bir cevâb verdiğidir.  Bu hâdise 1913 yılında cereyân etmiştir!

Şimdi iki husûs üzerinde kısaca duralım. Birincisi: Bedîüzzaman Hazretlerinin bu gibi hâdiseleri tasvîb etmemesi ve şiddetle içtinâb etmesidir. Hulâsa, ‘Müslüman’ı Müslümana kıydırmam’ içtihâdı ve isnâdı sebebiyledir.  İkincisi: Dâhilde böyle bir hâdiseye kim teşebbüs etse ve karşısına gelse; yine aynı içtihâdı ve gerekçeyi söyleyecek ve karşısındakini ikâz edecektir.

Elhâsıl: Bu gibi hâdiselere Risâle-i Nûr’un nazarından ve esâsâtından baktığımız vakit, zâten herşey yerli yerine oturuyor. İslâmiyet ve dîn adına hâlis bir niyet ile yapılan herşeyin takdîri Cenâb-ı Hakk’a cc âittir, bu cihetten sorgulamıyoruz ancak usûl ve ne’ticesini de görebilmemiz lâzımdır.

“Eğer maddî müdafaadan Kur’ân bizi men’etmeseydi…” (Şuâlar, Ondördüncü Şuâ; Tarihçe-i Hayat, Said Nûrsî’nin Afyon Mahkemesi, Büyük Müdafaatından Parçalar) beyânı, dâhilde kat’iyyen menfî ve maddî mücâdeleye Kur’ân müsaade etmiyor demektir (gerekirse başvururuz demek değil). 

Mes’eleye Risâle-i Nûr’un nazarından bakınca aydınlandığı kanaatindeyim. 

Böylece ilk kısımda ortaya koymaya ve göstermeye çalıştığımız esâsat ile, böyle bir mektûbun gelmesi veya gelmemesinden daha önemli olanın anlaşıldığı kanatindeyim. 

Şeyh Said ile mektûblaşma hâdisesine gelince ise;

Bu hâdisenin vuku’ 1925 senesidir. Bedîüzzaman Hazretlerinin Van’da Erek Dağına inzivâya çekildiği bir dönemdir. Şeyh Said’in, Bedîüzzaman Hazretlerinden de yardım istediği ve kendisine de cevâb verildiği naklediliyor. 1946 yıllarında Selâhaddin Çelebî’nin, “Bedîüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat’ından Bir Hülâsâdır” adı altında yayınladığı makâlesinde bu bahis duyurulmuş. 

Akabinde, Osmanlıca Asâ-yı Mûsâ mecmuasının arkasına dercedilmiş ve daha sonra Isparta’da teksir ile çoğaltılan Osmanlıca Asâ-yı Mûsâ’nın da âhirine dercedilmiş. Ve berâberinde başka nakiller ve belgelerle birlikte bu hâdiseyi tahlîl edelim..

Evvelen Selâhaddin Çelebi kimdir, kısaca tanıyalım..

Selahaddin Çelebi

Teksir Makinası Hâdisesi

“İneboludaki hizmetler risâlelerin el ile yazılarak çoğaltılması şeklinde fâsılasız devâm ederken, İstanbul’da bir ticârethânede teksir makinası gördüm. Bu makinanın bir dakikada yüz sâhife bastğını öğrenince hemen makinayı satın alarak İnebolu’ya getirdim. İlk defa Nûrlardan Yedinci Şuâ, ‘Kâinat Seyyâhının Müşâhedeleri’ olan Âyetü’l-Kübrâ Risâlesini teksirle çoğalttık. İlk nüshâyı Üstâd’a götürdüğüm zaman fevkâlâde memnûn oldu. Eserin sonuna şunları yazdı:

‘Yâ Rabbî! Bir kalemle beşyüz nüsha yazan Nazif Çelebi ve mübârek yardımcılarını Cennetü’l-Firdevste mes’ûd kıl.’”

‘İftirâ mı edeyim’ hâdisesi

“1942 yılında Kars Gümrük Muhâfaza Teşkilâtına intisap etmiştim. Bir gün kursta iken, ‘Sizi Genel Komutan Lütfi Karapınar Paşa istiyor’ dediler. Bu esnâda hatırıma ilk gelen şey, Ankara’da Risâle-i Nû’’un vekâletten vekâlete elden ele dolaşmasıydı. O tehlikeli zamanda Askerî Şûra azasından rahmetli Yümni Bey, Şûrâ’nın resmî toplantısı bittikten sonra Risâle-i Nûr okuyordu. Herhalde bir general beni Karapınar Paşa’ya haber verdi zannıyla odasına gittim. Paşanın yüzü sertti. Vaziyetin vehâmetini anladım . Masasının önündeki koltukta yakasındaki rozette istiklâl yazılı birisi oturuyordu. Arkasında da ayakta bir subay hazır ol vaziyetinde bekliyordu. Rozetli şahıs bana ‘Üzerinde ne varsa çıkar’ dedi. Ben de üzerimde ne varsa hepsini çıkardım. Bunlardan not defterimi aldılar, para çantamı ve diğer eşyâlarımı geri verdiler. ‘Bizimle berâber gelecek’ diye Paşa’dan müsaade aldılar. Çalıştığım odaya gittik. Masamdan da çantamı aldılar. Oradan da geceleri kaldığım Ulus’taki Cihan Oteline gittik. Husûsi odamda arama yaptılar, fakat bir şey bulamadılar. Bana hiçbir şey söylemiyorlardı. ‘Aradığınız nedir? Söylerseniz belki yardımcı olurum’ dedim. 

‘Risâle-i Nûr ismindeki kitapları arıyoruz’ dediler. ‘Söyleseydiniz size verirdim. Hiç yorulmazdınız. Bunlar îmânî ve İslâmî eserlerdir, gardroptadır. Fakat siz görmediniz’ dedim. Tekrar açtılar, elbiselerin arkasından otuz kadar eser çıkardılar.

Kitaplarla berâber Birinci Şubeye, Hacı Bayram Camiinin karşısındaki, şimdi yıkılmış olan pasaport binâsı olan yere geldik. Mahallinde tutulan zabıtta ‘kendi göstermesi üzerine’ eserler bulunmuştur, kaydını yazdırttım. Birinci Şube Müdürü’nün nezâreti altında, iki gün, iki gece ifâdemi aldılar. Birkaç kere tercüme-i hâlimi, Risâle-i Nûr’daki hizmetimin harfiyyen yazılmasını, kimlerle temâs ettiğimi ve eserleri okuyanların kimler olduğunu sordular. Yerli, yersiz suâllerine verdiğim cevâblarla bir türlü tatmin olmuyorlardı. Hacı Bayram Camiine namaz vakitleri giden cemaate bakmam ve bunlardan kimlere kitap vermişsem göstermem için cam kenarına iki polisle birlikte oturttular. ‘Ankara halkının günahına girmem, birine mutlaka iftirâ mı atayım?’ dedim…

Bir müddet sonra Birinci Şube Müdürünün odasına beni çağırdılar. İçeri girdim. Üstâd oturuyordu. Derhal elini öptüm. Çok harâretli olan elini bırakamadım. Şiddetli hasta ve yorgundu. Buna rağmen müdüre hitâben:

‘Bunlar bu vatanın fedakâr, îmânlı evlâtlarıdır. Bunlar emniyet ve asâyişi ihlâl etmez. Bilâkis muhafaza ederler’ dedi. Bana dönerek, ‘korkmayınız’ dedi.

Üstâd’ı tekrar otele götürdüler. Ertesi sabah beni iki polis refâkatinde vilâyete götürürken, ileride kalabalık bir grupla Üstâd’ı da vilâyete götürüyorlardı… Hükümet binâsının çıkış kapısında durdurdular.

Kıyâfeti her zaman olduğu gibi millî ve yerli kıyâfetti. Sağ omuzunda muhâfaza torbası içinde bir Kur’ân-ı Kerîm, sol omuzunda rule yapılmış bir namaz seccâdesi, ona bağlı bir ibrik… Polis ve jandarmalarla Denizli’ye götürmek için evraklarını verdiler. Bu esnâda Üstâd ellerini kaldırarak:

‘Selâhaddin korkma! Selâhaddin korkma! Selâhaddin korkma!’ diye bağırıyordu. Sonra hareket ettiler…” (Son Şahitler, Necmeddin Şahiner, 2004, Cilt:2, Sh: 106)

1946 yıllarında Selâhaddin Çelebî, “Bedîüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat’ından Bir Hülâsâdır” adı altında yayınladığı makâlesinde şunları yazmış:

İnebolu’lu Selâhaddin Çelebi’nin makâlesinden, bu bahsin geçtiği sâhife
(Mufassal Tarihçe-i Hayat, Abdulkadir Badıllı, Cilt:2)

Isparta’nın Sav Köyü’nden Marangoz Ahmet eliyle yazılmış ve ayrıca eski yazı Asâ-yı Mûsâ kitabının sonunda dercedilmiş ve Üstâd’ın da tashih ettiği yazıyor (bu tashih işleminin Allahu a’lem; Üstâd’ın kalem ile değil, söylemesiyle yapılmış olduğunu anlıyoruz. Çünkü notlar hem az, hem de düzgün bir yazıdır). Bu nüshâda ne yazıyor, kaydedelim:

Şark isyânında Şeyh Said ve askerleri Üstâd’ımız Bedîüzzaman’ın şarktaki büyük nüfûzundan istifâde için mücâdeleye iştirâke da’vet ettikleri zaman cevâben demiş: ‘Yaptığınız mücâdele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Çünki türk milleti bin sene İslâmiyet’e bayrakratlık etmiş. Dîni uğrunda binlerle şehid vermiş ve binlerle velî yetiştirmiştir. Binâaleyh, kahraman ve fedâkâr İslâm müdafilerinin torunlarına yâni Türk milletine kılınç çekilmez ve bende çekmem’ diyerek hem red cevâb vermiş hem mücâdelesinden vazgeçmesini söylemiştir.”

Alttaki belge de, Hazret-i Üstâd’ın tashih ettikten sonraki hâlidir ve Şeyh Said ile ilgili satırlar altı çizili satırlarda beyân ediliyor.

 (Arşiv Belgeleri Işığında, Prof. Dr. Ahmed Akgündüz, Cilt:2)

Burada çok önemli olan bir husûsu nazarınıza arz etmeden evvel, yayınlamış olan bu belgenin de üzerinde ne yazıyor kaydedelim:

Şark isyânına Şeyh Said onun şark’taki büyük nüfûzundan istifâde için mücâdeleye iştirâke da’vet ettiği zaman cevâben: ‘Yaptığınız mücâdele, kardeşi kardeşe öldürtmektir. Ve neticesizdir. Çünkü Türk-Kürt birdir, kardeştir. Türk milleti bin senedir bayraktarlık etmiştir. Dîni uğrunda milyonlarca şehid vermiştir. Binâaleyh, kahraman ve fedâkâr İslâm müdafilerinin torunlarına Türk milletine kılınç çekilmez ve bende çekmem’ diye hem red ve hem neticesiz mücâdeleden vazgeçmesini işâret buyurmuştur.”

Bu belgenin, Emirdağ 1 Dosyası – Osmanlıca- No: 63 olarak da kaydedildiği ayrıca belirtilmiştir. Ve yine bu belge için ‘Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi’, Necmeddin Şahiner kitabında, “Kör Hüseyin Paşa hâdisesinden az sonra Bedîüzzaman’a Şeyh Said’den bir mektûb geldi” diyerek gelen mektûbun ‘Efendim! Sizin nüfûsunuz kuvvetlidir. Bu harekâtımıza iştirâk buyurur yardım ederseniz, gâlip oluruz’ dediğinden bahsettiğini ve bunu Zübeyir Gündüzalp’in husûsi notlarından alarak kaydettiğini beyân etmiştir.

Evet, bu iki belge Selâhaddin Çelebi’nin 1946 yıllarında yazmış olduğu makâlesinin içeriğine âittir. 

Şimdi üç husûsa dikkat edeceğiz.

BİRİNCİSİ: Selâhaddin Çelebi tarafından 1946 yıllarında bir makâle yazılıyor ve Marangoz Ahmet eliyle yazılan nüshâsı Hazret-i Üstâd’ın tashihini görüyor. Tashîh edildikten sonra bu makâle yayınlanıyor. Osmanlıca Teksir Asâ-yı Mûsâ’nın âhirinde basılıyor. Ve Emirdağ 1 Dosyası, Osmanlıca, No:63 olarak kaydediliyor. Böylece şu aşamaya kadar bu belgenin dolaştığı ve bulunduğu dört kaynak öne çıkıyor.

Önemli bir not: O dönemlerde yazılan nüshâların çoğaltılıp elden ele dolaştığı durumunu gözardı etmeyelim, bir kısmının memleket genelinde baskınlarda ele geçirildiğini, alıkonulduğunu, belli bir süre sonra bâzen sâhiplerine iâde edildiğini ve ellerinde nüshâlar olan o dönem talebelerin tevkîf edilerek hapis hayatı geçirdiklerini ve nüshâlar ile bağlarının belli bir süre ayrıştığını, ayrıca bu genel akış içinde Üstâd’ın değiştirdiği bir nüshâ’nın da yine eller ile çoğaltıldığını ve bâzen yukarıdaki sebeplerle evvelki hâlinin ulaştığı her ele ulaşamamış olduğunu da unutmayalım. Buna benzer başka örnekler de Risâlelerde vardır. O yılların şartlarını göz ardı etmeyelim.

İKİNCİSİ: Hazret-i Üstâd’ın tensibiyle yalnızca Osmanlıca teksirlerde bulunan fakat Lâtini harflerle basılan risâlelere derc edilmeyen bahisler var, biliyoruz, okuyoruz. Bunların basımları da Hazret-i Üstâd hayatta iken yapılmıştır.  Ve Selâhaddin Çelebi’nin yazmış olduğu ‘ilk nüshânın’ da Asâ-yı Mûsâ Osmanlıca kitabının âhirine derc edildiğini söylemiştik. 

Ayrıca Hayrat Neşriyat’ın, Osmanlıca Asâ-yı Mûsâ kitabının da âhirinde bu belge vardır, alıp bakabilirsiniz. Hayrat Risâle-i Nûr Oku Osmanlıca veya Latince internet sitelerinden de bu bahsi rahatlıkla okuyabilirsiniz.  Hayrat Neşriyat’ın, Osmanlıca Asâ-yı Mûsâ’daki ilgili sayfasını kaydediyorum:

Hayrat Neşriyat’ta da Marangoz Ahmet el yazılı nüshânın (yâni ilk nüshâ) basımı yapılmıştır, “Şark isyânında Şeyh Said ve askerleri Üstâdımız Bedîüzzaman’ı Şark’taki büyük nüfûzundan istifâde için ………….” diyerek  devâm ediyor.

Aynı şekilde, Arşiv Belgeleri Işığında, Cilt:2 ‘de, Ahmet Akgündüz, Milli Kütüphane’de bulunan Osmanlıca Teksir Asâ-yı Mûsâ’nın âhirindeki bu sayfayı kaydetmiştir. Onu da buraya kaydediyorum:

Burada da Marangoz Ahmet el yazılı nüshânın (yâni ilk nüshâ) basımı yapılmıştır, “Şark isyânında Şeyh Said ve askerleri Üstâdımız Bedîüzzaman’ı Şark’taki büyük nüfûzundan istifâde için ………….” diyerek  devâm ediyor.

ÜÇÜNCÜSÜ: Bedîüzzaman Hazretlerinin Bitlis hâdisesinde ‘bu orduya kılınç çekmem’  diyerek cevâb verdiğini ve bu nev’deki dâhili teşebbüsleri bu mânâ ile kabûl etmediğini biliyoruz.

Peki, aynı maksad için bir başka grup veya aşîret kendisine gelse, Bedîüzzaman Hazretleri onlara ne derdi?

Yine aynı mânâyı söyleyecek ve telkîn edecekti. Ancak zamanlar farklı olduğundan, aynı mânâyı, farklı lafızlarla dile getirecekti. 

Dikkat ederseniz, Bitlis hâdisesinde verdiği cevâb şöyle idi:

“o fenalıklar, o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mesul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya kılınç çekmem ve size iştirak etmem.”

Şeyh Said hâdisesinde verdiği cevâb ise:

“Yaptığını mücâdele, kardeşi kardeşe öldürtmektir. Ve neticesizdir. Çünkü Türk-Kürt birdir, kardeştir. Türk milleti bin senedir bayraktarlık etmiştir. Dîni uğrunda milyonlarca şehid vermiştir. Binâaleyh, kahraman ve fedâkâr İslâm müdafilerinin torunlarına Türk milletine kılınç çekilmez ve bende çekmem.” 

Farklı zamanlarda ifâde edilen iki beyânın, farklı lafızlarla aynı mânâyı verdiğine dikkat ediniz, çünkü gerekçe aynıdır.

Buradan devâm ederek şu iki belgenin de muhteviyâtına değinmemiz lâzım. Birisi: Av. Ahmet Hikmet Gönen tarafından el yazısıyla yazılan müdafaanâmesinin ilk ve son sâhifeleri olup, Hazret-i Üstâd’ın üzerinde yaptığı tashihlerinin de göründüğü belgedir (Mufassal Tarihçe-i Hayat, Abdulkadir Badıllı, Cilt:2). 

1948-1949 Afyon Mahkemesi dolayısıyla Av. Ahmet Hikmet Gönen’in bu uzun müdafaasındaki ilgili yerleri sarı renk ile belirttim. Evvelen şunu ifâde etmek istiyorum, üzerindeki tashihlere dikkat ettim, Hazret-i Üstâd’ın el yazısı olduğuna kanaat ettim, onun hattıdır (Mufassal Tarihçe-i Hayat’da, belgenin altına ‘Üstâd’ın kalemiyle tashih edilmiş’ diye not düşülmüştü.) 

Üzerinde ne yazdığına gelince, sarı satırları kaydediyorum:

“Kezâ şark vilâyetlerinde vâki’ isyanlara iştirâk etmemesi ve teklif edenlere ‘Bin seneden beri Kur’ân’ı taşıyan bir millete kılınç çekemem. Siz de çekmeyin’ şeklinde cevâb vermesi…”

Bu beyâna dikkat edersek Bitlis hâdisesinde verilen (“o fenalıklar, o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mesul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya kılınç çekmem ve size iştirak etmem.”) cevâbına değil, Şeyh Said hâdisesi için verilen cevâba ve beyâna yakındır.

‘Yaptığınız mücâdele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Çünki türk milleti bin sene İslâmiyet’e bayrakratlık etmiş. Dîni uğrunda binlerle şehid vermiş ve binlerle velî yetiştirmiştir. Binâaleyh, kahraman ve fedâkâr İslâm müdafilerinin torunlarına yâni Türk milletine kılınç çekilmez ve bende çekmem veya tashîh sonrasındaki “Yaptığını mücâdele, kardeşi kardeşe öldürtmektir. Ve neticesizdir. Çünkü Türk-Kürt birdir, kardeştir. Türk milleti bin senedir bayraktarlık etmiştir. Dîni uğrunda milyonlarca şehid vermiştir. Binâaleyh, kahraman ve fedâkâr İslâm müdafilerinin torunlarına Türk milletine kılınç çekilmez ve bende çekmem.” 

Bin seneden beri Kur’ân’ı taşıyan bir millete ifâdesiyle ‘Türk milleti bin sene İslâmiyete bayraktarlık etmiş’ ifâdesi benzerdir, aynı mânâyı ifâdedir.

Önemli bir not: Burada bâzı i’tirâzlar var. Neden birebir lafızlarla aynısı değil, sanki her seferinde uydurulmuş gibi denmiş. Yukarıda verilmiş olan Zübeyir Gündüzalp husûsi notları için de aynı iddiâ yapılmış olabilir. Bakınız, nakil ve rivâyet diye bir mefhûm var. Geçmişte okunanın, daha sonra naklediliyor olması veya okunurken işitilenin, hâfızadan rivâyet edilmesi doğaldır. Netîcede bir hâdiseden haber veriliyor veya bir hâdise nakil yapılıyor, şu an bizim yazdığımız gibi bir makâle kaleme alınmıyor.

Diğer biri de; Eşref Edip’in “Risâle-i Nûr Müellifi Bedîüzzaman Said Nûr” adlı eserindendir. Arşiv Belgeleri Işığında, Cilt:2 ‘de yayınlanmıştır. 

Sarı renk ile belirttiğim satırları kaydediyorum:

“Şark’ta ihtilâl çıktığı zaman ihtilâlciler Üstâd’a da baş vuruyorlar. Sizin nüfûzunuz kuvvetlidir bize yardım ediniz diyorlar. Üstâd onlara şu cevâbı veriyor. Türk milleti asırlardan beri İslâmın bayraktarlığını yapmış çok velîler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez. Kardeşi kardeşe çarpıştırmak doğru olmaz.”

Ve bu mektûbun varlığından ve bu hâdiseden haber veren iki şâhit daha var:

Doç. Dr. Nureddin Topçu’nun kardeşi Hayreddin Topçu’nun hatıralarında kaydettiğidir. Son Şahitler, Necmeddin Şahiner, 2005, Cilt: 4 ‘de Hayreddin Topçu, Hazret-i Üstâd ile olan görüşmelerinden bahsederken: “Bana Şeyh Said’den bahsetti. Onun hareketlerinden hiç memnûn değildi. ‘Mektûb yazdım, sakın bir harekete girme’ dedim. Ne yazık ki, menfî bir harekete girdi’ diyordu” diyerek bahsetmiştir.

Mehmet Kayalar

Üstâd’ın Şeyh Said’e yazdığı mektûb, bilâhare Şeyh Said esir alındığında üzerinde bulunmuştur ve Diyarbekir İstiklâl Mahkemesi dosyalarına konulmuştur. Mektûb hâlen İstiklâl Mahkemesi dosyalarının içindedir, Şeyh Said dosyasında mevcuttur” diyen Mahmet Kayalar’dır. Mufassal Tarihçe-i Hayat, Abdulkadir Badıllı, Cilt: 2’den nakledilmiştir.

Bu husûsta bir not:

İstiklâl mahkemesi dosyasında olduğu iddiâ edilen mektûbun orjinalinin, TBMM İstiklâl Mahkemeleri Arşivinde ve Şeyh Said’e âit dört klasörlük dosyalar içinde olduğu söylenmektedir. Bütün gayretlerimize rağmen (o dönem) Başkan Cemil Çiçek  bu belgeyi almamıza müsaade etmemiştir” diyerek Arşiv Belgeleri kitabında Prof. Dr. Ahmed Akgündüz beyân etmiştir. Halka açılan kısmın ancak müsaade edilen kadar olduğu da unutulmamalıdır.

Nihâyetinde birgün bunun da vakti gelecektir. Ancak kader bunun iznini verinceye kadar, imtihanda kaybedenler olmayalım.

Gelelim bizim nazarımız ile ilgili son kısma..

Burada isimleri zikredilen Selâhaddin Çelebi ve yazdığı makâle, Marangoz Ahmet’in el yazılı nüshâsı, Hayreddin Topçu’nun Şeyh Said hâdisesini Hazret-i Üstâd’dan işitmesi, Mehmet Kayalar’ın bu mektûbu bizzat gördüğünü ve nerede olduğunu söylemesi, Av. Ahmet Hikmet Gönen’in Afyon müdafaalarında aynı mânâ ile bahsi, Eşref Edip’in aynı mânâ ile bahsi, Abdulkadir Badıllı’nın topladığı belgeler, Zübeyir Gündüzalp’in husûsi notlarındaki bahsi ve Emirdağ 1 Dosyası – Osmanlıca- No: 63 ile bulunması ve Asâ-yı Mûsâ’nın Osmanlıca teksir mecmuâsında ve Hayrat Neşriyat Osmanlıca Asâ-yı Mûsâ’da basılması ve bütün bu hâdiselerin Hazret-i Üstâd’ın vefâtına kadar onüç yıl gibi bir zaman zarfı içinde cereyân etmesi ve Hazret-i Üstâd’ın izni ve tensibi olmadan ilgili risâlelerde neşr edilmesinin mümkün olmaması  bu hâdisenin ve mektûb ihbârının doğruluna şüphe bırakmıyor.

İhbarda iki müsbit, binler nâfîlere tercîh edilir. Meselâ Ramazan hilâlinin sübûtunu ihbâr eden iki adam, binler münkirlerin inkârlarını hiçe atarlar.” (Sözler, Onuncu Söz)

’Süt konservelerine benzeyen ceviz-i hindî bahçesi rûy-i zeminde var’ diye dava etmekte iki isbat edici, bin inkâr edici ve nefyedicilere galebe edip davayı kazanıyorlar. Çünki isbat eden yalnız bir ceviz-i hindîyi veyahut yerini gösterse kolayca davayı kazanır. Onu nefy ve inkâr eden, bütün rûy-i zemini aramak, taramakla hiçbir yerde bulunmadığını göstermekle davasını isbat edebildiği gibi; Cennet’i ve dâr-ı saadeti ihbar ve isbat eden yalnız bir izini, sinemada gibi keşfen bir gölgesini, bir tereşşuhunu göstermekle davayı kazandığı halde; onu nefy ve inkâr eden, bütün kâinatı ve ezelden ebede kadar zamanları görmek ve göstermekle ancak inkârını ve nefyini isbat ile davayı kazanabilir.” (Asâ-yı Mûsâ, Birinci Kısım, Yedinci Mes’ele)

Böyle bir şey olmamıştır, yalandır, hurâfedir diye iddâ edenlere sormalı;  bütün bu hâdiseler olup biterken, sen bizzat hâdiselerin ve şahısların yanında hâzır ve nâzır mıydın?

Bu kadar ismi zikredilen ağabeylerin ve ehl-i îmân’ın tamâmının yalancı ve art niyetli olduğunu düşünmek ve türlü türlü yakıştırmalarla menfî isnâdlarda bulunmak hakîki bir Nûr Talebesinin veya ehl-i takvâ müttâkî bir dindârın fiili, ameli, karekteri ve ahlâkı olamaz. Çünkü şer’ân câiz değildir. Uhevî mes’ûliyeti intâc eder..

‘Üstâd’ın bütün talebeleri bilmiyor’ demek bir delîl değil, belki hikmeti bilinmiyor demektir. Hazret-i Üstâd’ın, hayatındaki birçok hâdiseyi herkese tamâmiyle anlatmadığı bilinen bir hakîkattir.

Hâsılı, böyle bir mekûplaşma hâdisesi mutlak bir sûrette ve yüzde yüz olmamıştır diye kim iddiâ da bulunabilir?

Herşeyin yanında hâzır ve nâzır olamayacağından yüzde bir ihtimâl de olsa ihtiyaten durur. Fâni, nâkıs, hata yapabilir, nefsine uyabilir bir kul olarak haddi aşmaktan korkar. İşte o vakit o yüzde bir için ihtiyat eder, dilini sû-i zann’dan, gıybetten, fitneden korur.

Hele hele iftirâ asla çalamaz..

Şer’ân, bir mes’elede iki şâhid makbûl olduğu halde bu kadar belge ve şâhide rağmen yine de ‘ben kabûl etmiyorum’ diyenin kendi bileceği iştir ancak o vakit sükût eder, âhirete bırakır.  Fitnenin mes’ûliyetinden titrer… 

Tüm kardeşlerimize ve dostlarımıza selâmet ve hayır diliyorum..

Ersin Miman

08.Mart.2018