Gülmek ve Güldürmek (!)

Loading

Gülmek ve Güldürmek (!)

“İnsanları güldürmek için konuşan ve yalan söyleyen kişiye yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun.”

حدّثنا بَهْزُ بْنُ حَكِيمٍ حدّثنِي أبي عنْ جَدِّي قال سَمِعْتُ النَّبِيَّ صلَّى اللّهُ و سَلَّمَ يَقُولُ : وَيْلٌ لِلَّذِي يُحَدِّثُ بِالْحَدِيثِ لِيُضْحِكَ بهِ الْقَوْمَ فَيَكْذِبُ وَيْلٌ لهُ وَيْلٌ لهُ

(Sünen-i Tirmizî, Kitabü’z-zühd; Ebû Dâvud, Kitabü’l-edeb; Dârimî, isti’zân)

Evvelâ hadisin “güldüren” ihtarına karşı şunları yazmak arzu ederiz ki;

Güldürmek isteyen, gülmek istediğinden, bu asırda gülmek ve güldürmek içimize işlemiş. Bu cihette her iki taraf açısından nefsin acip bir eğlencesi olan ve çoklarını kendiyle alâkadar eden gülmek ve güldürmek mes’elesi için “bilerek, isteyerek ve severek giderler veya yaparlar” dense yeridir.

Mezkûr hadise mazhar olmamak için, ahvâlimizi gözden geçirmek, eğlence anlayışımızı ve araçlarını ve İslâmiyete bakar münâsibliğini pek ciddi bir tarzda sorgulamak icâp ediyor. Güldüren değilsen de, gülen olmakla hissedâr olmamak lâzım gelir.

Evet, Mü’min tebessüm eder ama asla kahkaha ile gülmez. Hem edeb de buna müsaade etmez.

Fakat şimdilerde arkadaş ve iş ortamlarından, internet ve televizyonlardan, gazete ve dergilerdeki eğlence köşelerinden, tâ günlük hayatımızın her safhasına girmiş olan ve çoklarımızın nefsindeki gülmek veya güldürmeye olan temâyülünden tutarak, bizleri sarmalamış bu câzibedârlıklar fitnesinden sıyrılmak lâzım geliyor. Evet, belki bir topluluğu güldürmeye çalışanlar gibi değiliz, ancak tebessümle gülmek ile kahkaha ile gülmek arasını da ayırmayı bize İslâmiyet ihtâr ediyor.

Şimdilerde bâzı genç kardeşlerimizin, kendi yaşam tarzlarında olan ve hâl-i hazırdaki neslin ekseriyetinin ahvâllerinde görünen gülmekler, kahkahalar, espriler ve şakaları normal ve edeb-i İslâmiye dâiresinde zannediyorlar. Hatta, Peygamberimiz’de gülerdi veya Bedîüzzaman Hazretleri de gülerdi diyerek, kendi kahkahalı gülmekleri ve sürekli şakalaşma halerini nev’inde olduğunu telakkî ederek, hem meşrûlaştırıyorlar, hem de kendileriyle aynı ahvâlde oldukları zannındalar.

Halbuki, Peygamberimizin müddet-i hayâtı boyunca dâima tebessüm ile güldüğü, “azı dişleri göründü” hadisinin hakîkatı ise, birinci azı dişleri olduğu, Üstadımız Bedîüzzaman Hazretleri için risalelerde geçen “güldü, gülmek” tâbirinin ise, alel-ekser tebessüm mâhiyetinde olup, nâdiren sesli güldüğü ancak kahkaha sûretinde olmadığı, lâkin böyle bir ahvâli Peygamberlik makâmıda, verâset-i Nübüvvet makâmı da kabûl etmez ve iddia edenleri de o makâm red eder.

Evet, Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselâm’ın gülmesinin tebessüm tarzında olduğunu Sünen-i Tirmizî, Sahih-i Buhârî ve Sahih-i Müslim’de edeb, zühd bâblarında bulabilirsiniz ayrıca,وَتَضْحَكُونَ وَلَا تَبْكُونَ âyeti ile Cenâb-ı Hakk (c.c.) der; (meâlen) “Ağlayacak yerde gülüyorsunuz!..” (Necm, 60). Elbette bu ihtâr-ı İlâhî’ye muhâtab bir Peygamber, hakikatte her hâliyle ve ahvâliyle edeb üzere ve kemâl mertebede olsun, beşerin fevkinde bir yakîniyet ile Allah’a yakın ve kat’iyyen bir an dâhi gaflet içine düşmeyecek kadar her an hâzır ve nâzır olan Cenâb-ı Hakk’ın (c.c.) nazarında olduğunu bilsin ve her dâim öyle hareket etsin ve öyle de hareket ettiğini bütün tarihçe-i hayatı ile göstersin, “öteyandan kahkahalarla gülebilen olsun”.

“Hazret-i Peygamber aleyhissalâtu vesselâm çok susar, az gülerdi” (Müsned, 5/86)

Ve dikkat ediniz,

“Allah kendisinden râzı mıdır, kızgın mıdır bilmediği halde kahkahayla gülen adama şaşarım” (Câmiü’s-Sağîr, 3/1174)

Demek, kahkaha ile gülmek bir gaflet alâmetidir. Habîbim iltifâtına mazhar olmuş bir Peygamber’de (aleyhissalâtu vesselâm) ve verâset-i Nübüvvet ehlî olan Bedîüzzaman gibi bir zâtta olmayacak.

“Her asır başında hadîsçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri (…)

Bu memurîn-i Rabbaniye, fiiliyatlarıyla ve amelleriyle de memuriyetlerinin musaddıkı olurlar. Salabet-i imaniyelerinin ve ihlaslarının âyinedarlığını bizzât îfa ederler. Mertebe-i imanlarını fiilen izhar ederler. Ve ahlâk-ı Muhammediyenin (A.S.M.) tam âmili ve mişvar-ı Ahmediyenin (A.S.M.) ve hilye-i Nebeviyenin (A.S.M.) hakikî lâbisi olduklarını gösterirler. Hülâsa: Amel ve ahlâk bakımından ve sünnet-i Nebeviyeye (A.S.M.) ittiba ve temessük cihetinden ümmet-i Muhammed’e (A.S.M.) tam bir hüsn-ü misal olurlar ve nümune-i iktida teşkil ederler.” 1 Evet,

“Benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız, az güler çok ağlardınız”
أبي هريْرت قال: رسول الله صلّى الله عليه و سلّم قال: لَوْ تَعْلُونَ ما أعْلَمُ لَضَحِكْتُمْ قَلِيلا و لَبَكَيْتُمْ كَثِيرًا 
(Sünen-i Tirmizî, Kitâbü’z-zühd; İbn-i Mâce, Kitâbü’z-zühd; Buhârî, Kitâbü’r-rikâk)

diyen bir Nebî’de, ve de;

“Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a, bir işârette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma.” 2

diyen bir Bedîüzzaman’da görünmeyecek. Dikkat ediniz, şu kelâm bizlere gösterir ve bildirir ki, bizde öyle letâifler vardır ki, onları gülmek ile öldürmemek gerek. İhtimaldir, ölen bir daha dirilmeyebilir. İşte bu hakikatı te’yid eden bir hadis.

“Çok gülmeyiniz, çünkü çok gülmek kalbi öldürür.”

حَدَّثَنَا بَكْرُ بْنُ خَلَفٍ قَالَ: حَدَّثَنَا أَبُو بَكْرٍ الْحَنَفِيُّ قَالَ: حَدَّثَنَا عَبْدُ الْحَمِيدِ بْنُ جَعْفَرٍ، عَنْ إِبْرَاهِيمَ بْنِ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ حُنَيْنٍ، عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «لَا تُكْثِرُوا الضَّحِكَ، فَإِنَّ كَثْرَةَ الضَّحِكِ تُمِيتُ الْقَلْبَ» 
(Sünen-i İbn-i Mâce, Kitabü’z-Zühd, 4193; Sünen-i Tirmizî, Kitabü’z-Zühd, 2305)

Güldüren ve güldürmeye çalışanların, eğlenen ve eğlendirmeye çalışanların kulakları çınlasın!

Şu hususu da zikretmeden geçmek istemiyorum ki, birde bu zamanda güldürerek, şaka yaparak, stand-up tarzında mârifetullah ve imân dersi verenleri görüyoruz. Dikkat ediniz, bu dersler Kur’ân dersleridir. Şakalar ile Kur’ân dersi vermek, âhirzaman’a has olsa gerek…

Elhâsıl, bu kâinata nereden geldim, neciyim, nereye gideceğim hakikâtine muhâtab olan nev’i insanın, elbette bu ciddi ve hakikatli suallerin mânâlarını, mâhiyetlerini, hakikatlerini bulmaya ve anlamaya çalışmak gayreti, herşeyin fevkindedir ve öyle olması insâniyet ve aklın mûcibidir, gereğidir.

Sakın yanlış anlamasın, gülme’den kastımız, tebessüm olanı değildir, yoksa, güler yüzlü olmak, tebessüm etmek sünnettir.

“Allah’tan kork ve hiçbir iyiliği küçümseme. Bu, su isteyen birisine kovandan su vermek veya Müslüman kardeşini güler yüzle karşılamak dahî olsa.” (Müslim, Birr, 144; Tirmizî, Et’ime, 30)

Bizi hakikat-i hâlimizden ve gâye-i hilkatimizden uzaklaştıracak bu nev’deki malâya’niyât ile iştigâle karşı ehl-i imâna Risale-i Nûr’dan nasîhat bâbında birkaç ikâzatı buraya kaydedelim:

■ “Büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzûmsuz, malâya’ni ve âfâkî işlerle meşgûl eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imhâ eder. O kıymetdâr ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.” 3

■ ”Kafasını binler malâya’niyât ile dolduran adamlar, bir-iki haftada hayât-ı ebediyesinin anahtarı olan şu kelimât-ı mübârekenin (meselâ, ‘Lâ ilâhe illallah’) meal-i icmâlîsini öğrenmemesine nasıl mâzur olabilirler, nasıl müslüman olurlar, nasıl “akıllı adam” denilirler?” 4

■ ”Malâya’niyât mes’eleleriyle ruhunu kirletmiş, kalbini hasta etmiş, nefsini şımartmış…” 5

■ ”Hakikaten Mü’min Cennet’e lâyık ve kâfir Cehennem’e muvâfık bir mâhiyet kesbeder. Ve onların herbiri, öyle bir kıymet almalarının sebebi: Mü’min, imânıyla Hâlıkının emânetini, onun nâmına ve izni dâiresinde istimâl etmesidir. Ve kâfir, hıyânet edip nefs-i emmare hesabına çalıştırmasıdır.” 6

■ ”Seni tutup en uzak malâya’niyât-ı rezileye sevkeder…” 7

■ ”Elbette en bahtiyar odur ki: … malâyani şeylerle ömrünü telef etmesin.” 8

■ ”Hizmet-i Kur’aniyede bulunana; ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Tâ ihlas ile, ciddiyet ile hizmet-i Kur’aniyede bulunsun.” 9

“Bir kimsenin malâya’nî (lüzumsuz, faydasız, gaflete sevk edenşeyleri terk etmesi, iyi bir Müslüman oluşundandır”

أبي هريْرت قال: رسول الله صلّى الله عليه و سلّم قال: مِنْ حُسْنِ إسْلامِ الْمَرْءِ تَرْكُهُ ما لا يَعْنِيهِ 
(Sünen-i Tirmizî, Kitâbü’z-zühd; İbn-i Mâce, Kitâbü’l-fiten)

İşte bu güldürmekler ve gülmekler ile beraber gaflet perdesi altında nefsâni malâya’niyâtlar ile alâkadar olmak; pek âli bir maksat ve gaye için yaratılmış olan insanın, en hakikî ve en ehemmiyetli vâzifesini bırakıp, bâzen de ona bıraktırılıp öyle bir vaziyet veriliyor ki, Risale-i Nûr’da geçen misâle benziyor:

Meselâ: Ayasofya Câmii, ehl-i fazl u kemâlden mübârek ve muhterem zâtlarla dolu olduğu bir zamanda, tek-tük, sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup câmiin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebilerin eğlenceperest seyircileri bulunsa, bir adam o câmi içine girip ve o cemaat içine dâhil olsa; eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur’ân’dan bir aşır okusa, o vakit binler ehl-i hakikatın nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile, o adama bir sevab kazandırırlar.

Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek-tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek. Eğer o mübarek câmiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit, süflî ve edebsizce fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa; o vakit o haylaz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyata teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebilerin istihzakârane tebessümlerini celbedecek. Fakat umum o muazzam ve mübârek cemaatın bütün efradından, bir nazar-ı nefret ve tahkir celbedecektir. Esfel-i safilîne sükût derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.”

İşte aynen bu misal gibi; âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir câmidir. Ve içinde ehl-i imân ve ehl-i hakikat, o câmideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar; firenkmeşreb, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebî seyircileri ise, ecnebilerin nâşir-i efkârı olan gazetecilerdir.

Herbir müslüman, hususan ehl-i fazl u kemâl ise; bu câmide derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat ona çevrilir.

Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve rıza-yı İlâhî cihetinde, Kur’ân-ı Hakîm’in ders verdiği ahkâm ve hakâik-ı kudsiyeye dâir harekât ve a’mâl ondan sudûr etse, lisân-ı hâli mânen âyât-ı Kur’ân’iyeyi okusa; o vakit mânen âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i zebânı olan اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ (Allah’ım erkek, kadın bütün Mü’minleri mağfiret et) duasında dâhil olup hissedâr olur ve umumu ile uhuvvetkârâne alâkadar olur. Yalnız hayvanat-ı muzırra nev’inden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bâzı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez.

Eğer o adam, medâr-ı şeref tanıdığı bütün ecdâdını ve medâr-ı iftihâr bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinâd telakki ettiği selef-i sâlihînin cadde-i nurânîlerini terkedip heveskârâne, hevaperestâne, riyakârâne, şöhretperverâne, bid’atkarâne işlerde ve harekâtta bulunsa; mânen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imânın nazarında en alçak mevkie düşer.” 10

Evet her iştigâlimizde ve harekâtımızda dışarıdan nasıl göründüğümüze ve kimlere benzediğimize dikkat etmek ve tarz-ı harekâtımız ne hükmüne geçiyor diye bilmekliğimiz lâzımdır.

Hem bir cihet daha var ki, o da ilk yazımızda zikredilen “İnsanları güldürmek için konuşan ve yalan söyleyen kişiye yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun.”hadisindeki “yalan bahsi”.

Yalan söylememeye dikkat etmek kadar, yalanların içinde olmamaya da dikkat etmek lâzım değil midir? Hele hele yalanlar üzerine kurulmuş senaryoları alkışlamak yâni sahne şovlarında anlatılan güldürmek adına sıralı yalanlardan müteşekkil hikâyelerle keyiflenmek ve onları alkışlamak nev’inde iştirâk, hakkımızda ne hükmüne geçer? Ve bir Mü’min olarak ne tarafta duruyoruz görünüyor?

Şâkanın dâhi yalan üzerine kurulmadığını bize ders veren bir dinin mensuplarıyız.

Ve işin bir de şu kısmına bakar bir pencere açmadan da kapatmayalım:

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakâik-ı imâniyenin kemâlâtını ef’alimizle izhâr etsek, sâir dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz’ın bâzı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehâlet edecekler.” 11

Selâmet ve hayırla kalınız …
Duanızı bekleyen bir kardeşiniz,
Ersin Miman

————————————————
1: Şuâlar, Onbeşinci Şuâ, Elhüccetüzzehra’nın İkinci Makâmı 
2: Lem’alar, Onyedinci Lem’a, Ondördüncü Nota 
3: Asâ-yı Mûsâ, Birinci Kısım, Dördüncü Mes’ele 
4: Mektûbât, Yirmialtıncı Mektûb, Dördüncü Mebhas, Sekizinci Mes’ele 
5: Lem’alar, Yirmialtıncı Lem’a, Onbirinci Rica 
6: Sözler, Altıncı Söz 
7: Sözler, Yirmibirinci Söz’ün İkinci Makâmı, Üçüncü Vecih 
8: Mektûbât, Onaltıncı Mektûb, Beşinci Nokta, Beşinci Mes’ele 
9: Lem’âlar, Onuncu Lem’a 
10: Mektûbât, Yirmidokuzuncu Mektûb, Altıncı Risâle olan Altıncı Kısım, Birinci Desîse 
11: Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı, Hutbe-i Şâmiye