Dînimizde Bedduâ ‘nın Ölçüsü
Beddûa, lânet gibi menfî duâların istimâli ve o istimâlindeki ölçüsüzlük, bâzen bir şahsı değil, bir zümreyi zemm etmesi ve sınırlarının çizilmemesinden dolayı çoklarını içine alması ve haklarında sû-i zann’lara sebep olması, hem beddûanın bâzı ağızlara hiç yakışmıyor olmasıyla birlikte, zihinlerimize ve kalplerimize şu sûalleri getiriyor ki; acaba dinimizde beddûa var mıdır, ölçüsü nedir, istimâlinin mes’ûliyeti olur mu ve hatta kimlere ne için beddûa edilir… diye hatıra geliyor.
Mâdem hakîkat-i diniye elbette Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’dan ve Sünnet-i Seniye’den öğrenilir ve İslâm büyüklerinin ahvâl ve tarihçe-i hayatları da el feneri hükmündedir, biz dâhi cevaplarımızı burada arar ve istifâdemizi buradan alırız. Hem ayrıca şu zamanda bedduâ edenleri müdafaa için, Bedîüzzaman ‘da bedduâ etmiş diyenlere de cevâbı, bu suâllerin cevapları içinde vereceğiz.
Böyle bir makâlenin yazılmasına bizi teşvîk eden şudur ki; ehl-i imân olan kardeşlerimizin, âhiretleri adına kendilerini mes’ûl edecek tarz-ı harekattan ve kelâmdan kaçınmaları ve âhiretleri adına pek şiddetli bir mes’ûliyet içine girmemeleri için, şefkâten yazılmıştır. Lâkin bedduâ hiçbir şeye benzemez, sarf ettiğiniz vakit veya sarf edenleri tasdîk ederek iştirâk ettiğiniz vakit, beddûa gidecek yer bulamadığında, geriye gelip istimâl edenlerin başına çökecektir (hadis ile sabittir) ve birde zemm edilen bir zümre, o beddûa ile, başka nazarlarda haklarında sû-i zann’a sebebiyet verdirdiği ve belki adâvet uyandırdığı ve onları öyle bir derekeye indirdiği için, mahkeme-i kübrâ’da tek tek helalleşmek gibi gâyet sıkıntılı ve ihtimâl paçayı kurtaramaz bir vaziyete düşürebilir.
Bu hususta hem bir örnek, hemde istikâmetimizi ta’yin ettirecek bir hakîkati kaydedelim:
“Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere İlm-i Kelâm’ın büyük allâmesi olan Sa’deddin-i Taftazanî, ‘Yezid’e lânet câizdir’ demiş; fakat ‘Lânet vâcibdir’ dememiş. ‘Hayırdır ve sevabı vardır’ dememiş. Çünki hem Kur’ân’ı, hem Peygamberi, hem bütün Sahabelerin kudsî sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer’ân bir adam, hiç mel’unları hatıra getirmeyip lânet etmese, hiçbir zararı yok. Çünki zemm ve lânet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i sâlihte dâhil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena…” 1
Ve ayrıca,
“Hakikî Ehl-i Sünnet Velcemaat, مِنْ مَحَاسِنِ الشَّرِيعَةِ سَدُّ اَبْوَابِ الْفِتَنِ 2 bir düstur-u esasiye-i şer’iyeye binaen طَهَّرَ اللّٰهُ اَيْدِيَنَا فَنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا 3 diyerek o fitnelerin kapısını açmak, bahsetmek câiz görmüyorlar. Çünki itiraza müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük sahabelere, hattâ muhalif tarafında bulunan Âl-i Beyt’in bir kısmına ve Talha ve Zübeyr (R.A.) gibi Aşere-i Mübeşşere’den büyük zâtlara itiraza başlar, zemm ve adâvet meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak tarafdarıdır. Hattâ Ehl-i Sünnet’in ve İlm-i Kelâm’ın azîm imamlarından meşhûr Sa’deddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in ve tadlile cevaz vermesine mukabil, Seyyid Şerif-i Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat’in allâmeleri demişler: “Gerçi Yezid ve Velid, zâlim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta imânsız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat’î ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imânla gitmesi ihtimali ve tövbe etmek ihtimali olduğundan, öyle hususî şahsa lanet edilmez. Belki لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الظَّالِمِينَ وَ الْمُنَافِقِينَ 4 gibi umumî bir ünvan ile lânet câiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur.” diye Sa’deddin-i Taftazanî’ye mukabele etmişler.” 5
Umûmi bir ünvan ile lânetin câiz olması demek; belirli bir zümreyi kastetmeden ve belli bir zümrenin anlaşılmasını sağlamadan, umûmi ve genel mânâda istimâli câizdir demektir.
Risale-i Nur’da bahsi geçen bu hakîkatler, bizlere birer ders ve tembih ve âhiretimiz adına sakındırmak cihetiyle de yazılmışlardır. Ayne öyle de, imân sâhibi olduklarını halleriyle, aile efrâdının tarz-ı hayatlarıyla, kelâmlarıyla ve İslâmiyete menfaattar icraat ve gayretleriyle –öyle yada böyle- yapmaya çalışanların tamamını içine alır tarzda bir bedduâ câiz olmadığı ve hadisin sakındırmasına ittibâ etmemekle, elbette şiddetli mes’ûliyetleri netice verir diye bilmeli… Her haklının hakkını tahsîl edeceği mahkeme-i kübra’dan çok çekinmeli, titremeli…
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: ” لَا تَلَاعَنُوا بِلَعْنَةِ اللَّهِ، وَلَا بِغَضَبِهِ، وَلَا بِالنَّارِ
“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve’s-sellem buyurmuşlardır: Birbirinizi Allah’ın lâneti ile lânetlemeyiniz ve yine Allah’ın gazâbı ile de birbirinize bedduâ etmeyiniz ve yine Allah’ın Cehennem ateşi ile de birbirinizi lânetlemeyiniz.” 6
Çok açık ve net değil mi?
Kelime-i tevhîd eden, namazını kılan ve İslâmiyete menfaattar gayretleri olan Mü’minlerden, tâ namazsız, niyâzsız olup ancak erkân-ı imâniyeyi kabûl ve tasdîk mertebesinde duran Müslümanlara kadar hiçbir kimse kâfir ilân edilemez ve haklarında beddûa’da edilemez. Hatta bu zümreden bize tecâvüz edilse, hukûkumuza müdâhâle de edilse, o vakit Bedîüzzaman Hazretlerinin dediği gibi,
“Hattâ tecavüz edilse de bedduâ ile de mukâbele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imânı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukâbele edemeyiz.” 7
düsturuyla amel ederiz, istikâmetimizi muhâfazaya gayret ederiz. Bakınız bundan daha güzel bir müsbet hareket, hoşgörü ve istikâmet dersi olur mu…
Bütün bunlara mukâbil, dinimizde bedduâ ve lânet gibi menfî duâlar yok değildir ancak nerede ve nasıl istimâl edildiğini Kur’ân’dan ve hadislerden kaydedelim.
Elbette öyle kâfir-i şedid eşhâs var ki, kâinatı dâhi hiddete getiriyor. Bu şerîr zümreye karşı, Kur’ân’da Cenâb-ı Hakk’ın (c.c.) gayzını ve Resûlullah Aleyhissalâtu vesselâm’ın hiddetini ve bedduâsını, asrımızda ise Hazret-i Üstad’ın dâhi birkaç yerde istimâlini görüyoruz.
Meselâ, Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’da birçok âyette ve başta meşhûr ebû Leheb olmak üzere, Cenâb-ı Hakk’ın (c.c.) kâfirlere ve hidâyeti saklayanlara karşı lâneti var.
Tevbe Sûresinde der,
وَعَدَ اللّٰهُ الْمُنَافِقِينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْكُفَّارَ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا هِىَ حَسْبُهُمْ وَلَعَنَهُمُ اللّٰهُ وَلَهُمْ عَذَابٌ مُقِيمٌ
Meâlen: “Allah, erkek ve kadın münâfıklara ve kâfirlere, orada ebedi kalacakları Cehennem ateşini vaadetti. O, onlara yeter. Ve Allah onlara lânet etti. Ve onlar için dâimi bir azap vardır.” 8
Hem Bakara Sûresinde ise,
اِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا اَنْزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدٰى مِنْ بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِى الْكِتَابِ اُولٰئِكَ يَلْعَنُهُمُ اللّٰهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ
Meâlen: “O kimseler ki; insanlar için kitapta açıkladıktan sonra indirmiş olduğumuz beyânatı ve hidâyeti gizlerler. Muhakkak Allah onlara lânet eder ve onlara lânet ediciler de lânet eder.” 9
Âyette hem lânet eder, hem de “lânet ediciler” demek ile, Zât-ı Ulûhiyetinden başka lânet edenlerin varlığını da gösterir. Evet, ism-i fâil – cem’i sigâsıyla işâret edilmiş olan “lânet ediciler”, ulemânın ittifakıyla; âlimler, melekler, Peygamberler ve sâlih kimseler olduğunu, hem Risale-i Nur’da,
“ehl-i isyana ve ehl-i dalalete karşı kâinat hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlukat öfkeleniyor.” 10 demesiyle, belki bütün mevcudât dâhi onlara karşı hiddet edip, lisân-ı hâl veya kendi lisân-ı mahsûsalarıyla haklarında bedduâ ederler diye anlıyoruz.
Dikkat ederseniz bedduâ; Allah’a (c.c.) ve hak dinine düşman olanlara, İslâmiyeti tahrib etmeyi meslek ve gâye edinmiş hizbü’ş-Şeytânlara, şedîd kâfirlere ve münâfıklara karşı istimâl edilmiş. Hem belki hemen de değil, ıslâh olmayıp düşmanlık ve tahripte devam etmeleri, haklarında bedduâları netice vermiş…
Burası önemlidir ki, kâfirler topluluğundan hidâyete erenlerin olması gösteriyor ki, o şedîd şerr vasıflarda olmayıp, kendilerine mühlet verilenlere bedduâ yerine ıslâh duâsının yapılması, onlar hakkında ve İslâmiyet lehine hayırlara vesile olabilir. Bu cihette böylesi şedîd şerr vasıflarda olmayan kâfirlere beddûa edilmezse, elbette Müslüman olanlara asla edilmeyecek. Evet, müşriklere beddûa etmesini isteyen bir Sahâbeye, Allah’ın Rasûlü’nün aleyhissalâtu ve’s-selâm verdiği cevâbı kaydediyoruz:
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، قَالَ: قِيلَ: يَا رَسُولَ اللَّهِ، ادْعُ عَلَى الْمُشْرِكِينَ، قَالَ: ” إِنِّي لَمْ أُبْعَثْ لَعَّانًا، وَإِنَّمَا بُعِثْتُ رَحْمَةً
“…Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle dedi: “Resûlullah aleyhissalâtu ve’s-selam’a, Yâ Rasûlullah! Müşriklere bedduâ et, onları lânetle!” denildi. Resûlullah aleyhissalâtu vesselam: “Ben lânet edici olarak gönderilmedim, ancak ben bir rahmet olarak gönderiIdim.” dedi. 11
Buna mukâbil Peygamber aleyhissalâtu ve’s-selâm’ın beddûalarının mâhiyeti ise:
Allah’ın Resûlü aleyhissalâtu ve’s-selam, secdede iken omuzları arasına bırakılan işkembeyi, Hz. Fâtıma’nın radıyallahu anha gelip onu sırtından yere atması ve bunun üzerine Kureyş’in ileri gelenlerine bedduâ etmesidir. 12
Hem hicret zamanında, kendilerinin peşine düşen ve yetişen Sürekâ bin Mâlik’e, Allah’ın Resûlü’nün aleyhissalâtu ve’s-selâm bedduâ etmesi ve Sürekâ’nın eman dilemesi hâdisesidir. 13
Ayrıca,
عَبْدَ اللَّهِ بْنَ عَبَّاسٍ أَخْبَرَهُ، ” أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ ﷺ بَعَثَ بِكِتَابِهِ رَجُلًا وَأَمَرَهُ أَنْ يَدْفَعَهُ إِلَى عَظِيمِ الْبَحْرَيْنِ، فَدَفَعَهُ عَظِيمُ الْبَحْرَيْنِ إِلَى كِسْرَى، فَلَمَّا قَرَأَهُ مَزَّقَهُ، فَحَسِبْتُ أَنَّ ابْنَ الْمُسَيَّبِ، قَالَ: فَدَعَا عَلَيْهِمْ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ أَنْ يُمَزَّقُوا كُلَّ مُمَزَّقٍ
Abdullah bin Abbas radıyallahu anh haber vermiştir: “Resûlullah aleyhissalâtu ve’s-selâm, Kisrâ’ya (İran Pers hükümdarı) mektub göndermişti. Kisrâ, mektubu okuyunca yırtmıştı. Bunun üzerine Resûlullah aleyhissalâtu ve’s-selâm onların parça parça olmaları için bedduâ etti.” 14
Hem ayrıca Duhân sûresinde sözü edilen azap da gerçekleşmiştir. Kureyş’in kendisine karşı isyânı sürdürmek istemesi karşısında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu ve’s-selâm), Yusuf Peygamber (aleyhisselâm) döneminde yaşanan yedi kıtlık yılının onların başlarına gelmesi için bedduâ etti. Bu yüzden müşrikler, kıtlık ve zorlukla karşı karşıya kaldılar. Öyle bir duruma düştüler ki, kemikleri yiyorlardı. 15
Hendek savaşının zor anlarında ise müşriklere şöyle bedduâ etmiştir:
عَنْ عَلِيٍّ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ، أَنّ النَّبِيَّ ﷺ قَالَ: ” يَوْمَ الْخَنْدَقِ حَبَسُونَا عَنْ صَلَاةِ الْوُسْطَى حَتَّى غَابَتِ الشَّمْسُ مَلَأَ اللَّهُ قُبُورَهُمْ وَبُيُوتَهُمْ أَوْ أَجْوَافَهُمْ شَكَّ يَحْيَى نَارًا “
“Onlar, nasıl güneş batıncaya kadar uğraştırıp, bizi ikindi namazından alıkoymuşlarsa; Allah da onların evlerine, karınlarına ve kabirlerine ateş doldursun!” 16
Dikkat ediniz, Müslüman bir tâifeye değildir bu beddûalar.
Zannediyorum zihinlerde beddûa’nın mâhiyeti ve ölçüsünün şekillendiği kanaatindeyim.
Birde Bedîüzzaman Hazretleri de beddûa etmiştir diyerek, beddûayı meşrûlaştırmaya çalışanlara veya Bedîüzzaman Hazretlerini de kendileri gibi göstermeye çalışanlara mukâbil, işin hakîkatini bilmeyen kardeşlerimiz için pek kısadan izâh edelim.
Evvelen, Üstadımız Bedîüzzaman Hazretlerinin müddet-i hayâtnda hâkim olan hissiyatı ve kalbi şudur ki,
“(..) ve şiddet-i şefkatinden masumlara, ihtiyarlara zarar gelmemek için kendisine zulüm ve tazîb edenlere beddua etmeyen bir adam hakkında…” 17
diyerek bu husustaki şefkatini ve hassasiyetini gösteriyor. Hazret-i Bedîüzzaman kendisine eziyet edenleri dâhi, Risale-i Nûr ile imânlarını kurtarsalar, sizler şâhit olunuz hepsine hakkımı helâl ediyorum demiştir. Ancak İslâmiyeti tahrib eden ve Kur’ân’a savaş açan ve ıslâhı gayr-ı kâbil olanlara değil, hatta böyle birine bedduâ etmiştir.
“Baktım o günlerde (1926 senesi) bir İslâm düşmanı, ıslâhı gayr-ı kâbil… Arefeye bir kaç gün vardı. Ben bedduâ ettim…” 18
Ve hilâfeti temsîl eden, üçyüz milyonun mabeynindeki râbıta-i nurâniyenin ma’kes ve istinâdgâh ve mededkârı olan ve yalnız Türkiye’nin din muallimi değil, belki umum âlem-i İslâm’a muallimlik eden ve etmiş olan Meşihât dâiresini, tahkîr ve tezyîf sûretiyle, iç ve dış nifâklarla kız lisesine çevirenlere karşı Bedîüzzaman’ın haklı hiddeti ve son olarak da Ankara vâlisi Nevzat Tandoğan ki, İslâmiyetin bir nişânı ve alâmeti olan Üstad Bedîüzzaman’ın sarığına hırçınlıkla ilişmiş ve buna karşı ise Bedîüzzaman Hazretleri, “Ben sizin ecdadınızı temsil ediyorum. Kıyafet kanunu münzevilere tatbik edilmez. Ben dışarı çıkmıyorum. Beni icbarla siz çıkarıyorsunuz.” demiş ve Nevzat Tandoğan’ın dışarıdan aldırdığı bir kasketi, Üstad’ın başına zorla giydirmeye kalkma gibi terbiyesizliğine ve hırçınlığına mukâbil, Üstad ona “Başından bul !” demiş ve sarığına iliştirmeden çıkıp gitmiş… (o şahısda ileride başına silâh dayayarak intihâr etmiştir.)
İşte Bedîüzzaman Hazretlerinin beddûalarının mâhiyeti. Halbuki Bedîüzzaman Hazretleri hayatını sürgün ve hapishânelerde ve tecrid-i mutlak içinde geçirdiği ve bed muâmelelere ve işkencelere ma’ruz kaldığı hâlde, birkaç husûsi olay hâricinde beddûa etmemiş, hatta kendisine pek çok eziyet eden hapishane müdürünün küçük kızı olduğunu öğrenince, küçük kıza olan şefkati o beddûadan onu men’ etmiş. Bu nedenle Bedîüzzaman’da beddûa etmiştir diyerek, yalnızca lafza bağlamak hakîkatli ve insaflı olmamak demektir. Lâkin Bedîüzzaman Hazretleri dâima bütün hayatı boyunca Memleketin birliğine ve istikâmetine ve İslâmiyetin te’sisine ve sulha ve barışa çalışmış, müsbet hareket etmiş ve müsbet hareketi dâima tembih etmiştir, kendisinden Memleketin istikâmetini sarsacak, bozacak veya ümmeti birbirine kırdıracak, adâvet ettirecek ve umûmi bir huzursuzluğu netice verecek tarzda değil bir beddûası, herhangi bir muâmelâtı dâhi kat’iyyen hâsıl olmamıştır. Lâkin bu mertebede olan zâtlardan da beklediğimiz bunun aksi değildir ve öylesi, bu mertebeye yakışacak ahvâller ve kelâmlar da değildir.
“عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، أَنّ رَسُولَ اللَّهِ ﷺ قَالَ: ” لَا يَنْبَغِي لِصِدِّيقٍ أَنْ يَكُونَ لَعَّانًا ”
“Ebû Hureyre’den radıyallahu anh; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Bir sıddîk için lânet edici olması yakışmaz” buyurmuşlardır. 19
Beddûa etmenin âhirete bakar azîm zararlarının olması ve o beddûa yerini bulmadığı takdirde, beddûa edenin ve taraftar olanların başlarına dolanmasıdır ki, Peygamberimiz aleyhissalâtu ve’s-selâm aşağıdaki hadiste ihtâr etmiş;
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: ” إِنَّ الْعَبْدَ إِذَا لَعَنَ شَيْئًا صَعِدَتِ اللَّعْنَةُ إِلَى السَّمَاءِ، فَتُغْلَقُ أَبْوَابُ السَّمَاءِ دُونَهَا ثُمَّ تَهْبِطُ إِلَى الْأَرْضِ فَتُغْلَقُ أَبْوَابُهَا دُونَهَا، ثُمَّ تَأْخُذُ يَمِينًا وَشِمَالًا فَإِذَا لَمْ تَجِدْ مَسَاغًا رَجَعَتْ إِلَى الَّذِي لُعِنَ فَإِنْ كَانَ لِذَلِكَ أَهْلًا وَإِلَّا رَجَعَتْ إِلَى قَائِلِهَا
“Kul, bir şeye lânet ettiği zaman, o lânet gökyüzüne yükselir. Semânın kapıları kabul etmek istemediği için kapanır. Sonra lânet yeryüzüne iner. Yeryüzünün kapıları da ona kapanır, sonra sağa ve sola gitmeye başlar, gidecek bir yer bulamayınca, lânet edilen kimseye döner, eğer o kimse buna lâyık değilse, lânet edene döner.” 20
Cenâb-ı Hakk (c.c.) bu ümmetin basîretini açsın, memleketimizi ve İslâmiyete hizmet eden ehl-i imânı istikâmetten ayırmasın. Âmin.
Selâmet ve hayırla kalınız …
Duanızı bekleyen bir kardeşiniz,
Ersin Miman
————————————————
1: Emirdağ Lahikası-I, Envâr Neşriyat, sh: 204
2: “Fitne kapılarını kapamak, şeriatın güzelliklerindendir…”
3: “Cenâb-ı Hak ellerimizi o kanlı hadiselere bulaştırmadı; o halde biz de o hâdiselerden bahsedip dilimizi bulaştırmayalım.” (Ömer bin Abdülaziz’e âit bir söz. Şa’ranî, El-Yevâkit ve’l-Cevahir, 2:69; Bâcurî, Şerhü Cevheretü’t-Tevhid, 334.)
4: Allah’ın lâneti zâlimlerin ve münafıkların üzerine olsun.
5: Emirdağ Lahikası-I, Envâr Neşriyat, sh:206-207
6: Tirmizi, Kitâbü’l-Birr; Ebû Dâvud, Kitâbü’l-Edeb
7: Kastamonu Lâhikası, Envar Neşriyat, 247
8: Tevbe Sûresi, 68. âyet
9: Bakara Sûresi, 159. âyet
10: Lem’alar, Onüçüncü Lem’a, Onbirinci İşâret
11: Sahîh-i Müslim, Kitâbü’l-Birr
12: Sahîh-i Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr
13: Sahîh-i Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr
14: Sahîh-i Buhârî, Kitâbü’l-İlm
15: Sahîh-i Buhârî, Tefsirü’l-Kur’ân
16: Sahîh-i Buhârî, Tefsirü’l-Kur’ân
17: Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyat, sh:579
18: Son Şahitler-2, Necmeddin Şahiner (Emin Çayırlı anlatıyor)
19: Sahîh-i Müslim, Kitâbü’l-Birr; Sünen-i Tirmizî, Kitabü’l-Birr (Tirmizî’de “bir Mü’min için” der)
20: Sünen-i Ebû Dâvud, Kitâbü’l-Edeb
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.