Millî Mücâdele’de Bedîüzzaman Hazretlerine İ’tirâz edenlere…

Loading

MİLLÎ MÜCÂDELEDE NEDEN SAİD NURSİ İSTANBUL’DA KALMAYI TERCİH ETMİŞ VE CEPHEDE YER ALMAMIŞTIR?

وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كاٰفَّةً فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِى الدّٖينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ 
(Tevbe Sûresi – 122. âyet)

Meâlen: “Mü’minlerin tümünün öne fırlayıp çıkmaları gerekmez (veya hepsi birden toptan seferber olacak değillerdir). Öyleyse onlardan bir grup da, dinde derin ve köklü bilgi sahibi olmak ve kavimleri geri döndükleri zaman onları (dinde) uyarmak için geri kalsa ya!. Umulur ki onlar da kaçınıp sakınırlar.”

İşte bu âyetin zılli altındadır Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri.

Makâlemizin başlığı ve suâl tarzı müsbet gibi görünse de, geldiği kaynak öyle değildir. Lâkin bâzı kesimler tarafından cevâbını almak veya anlamak için değil bilakis, Bedîüzzaman Hazretlerinin millî mücâdeleye iştirâk etmediğini ve vatan ve memleket için savaşmadığını göstermeğe çalışmak ve zihinlere bunu serpiştirmek için suâl kisvesi altında yürüttükleri sinsi bir oyundan ibârettir.

Beslendikleri kaynak ise, “Sinan Meydan” adındaki şahsın “Hür Adam” filmi sonrasında ortaya attığı garazlı ve sataşan, hatta çıkışan saptırmalı senaryosudur. Ve bu zihniyetlerden beslenenlerin, doğruluğunu – hakîkatını araştırmadan sosyal medya üzerinden ona-buna fısıldamalarından ibârettir.

Altını çizelim ki, her bâtıl; Hakk’ın karşısında yok olmaya mahkûmdur. Amma velâkin, yok oluncaya kadar istilâ ettiği zihinler ve bulandırdığı kalpler ve kendilerine temâyül eden gâfiller bulunması hasebiyle yazıyoruz. Mâdem şu zamanda dahi hâlen aynı iddâlarda bulunanlar ve sinsi gayretlerine devâm edenler var, o vakit bize de tahşidât niyetiyle vazife düşer.

Bu gibi kasıtlı ithâmları türeten zihniyetlerden bir diğerini aktaralım.

2012 yılında Cumhuriyet Halk Partisi grup başkan vekili Emine Ülker Tarhan tarafından yapılan basın açıklamasında dillendirdiği: “İşgal günlerinde Anadolu’nun gerçek din adamları emperyalizmle mücadele etmek ve yurt toprağını korumak için köy köy, kasaba kasaba halkı örgütlerken, keyif süren ve radyodaki sesleri meleklerin taşıdığına inanmamızı isteyen Said Nursi’yi kutsayıp, Mustafa Kemal’i lanetleyen bir üniversite toplantısında …….” 1

diye devâm ettiği konuşmasına “gücünü emperyalist güçlerden alan ve İngilizlerle dostluğu dillere destan Nursi hayranlığı şaşırtıcı değildir…” diyerek devâm ettiği yalan ve pek garazlı iftirâların da aynı zihniyet mahsûlü olduğunu görebilirsiniz. Bu yalan isnâd ve ithâmlara reddiye olarak yazdığımız “Bedîüzzaman Said Nursî ‘ingiliz ajanı’ olabilir mi?” başlıklı makâlemiz de cevâbdır.
(Bknz: http://http://www.ersinmiman.com/makaleler/ingiliz_ajani_olabilirmi.php)

En esas maksadımız hakkı teslîm etmektir, diğer bir maksadımız da bu kasıtlı iddiâları ortaya atanların, Bedîüzzaman Hazretlerine karşı olan karekterlerini ve kalplerinde taşıdıklarını ehl-i vicdâna ve hakîkatperestlere göstermektir ki; hayatını yalanlar üzerine inşâ etmek istemeyen insaf ve vicdan sâhibi olanların, uhrevî mes’ûliyeti de netice verecek bu yanlıştan çıkmalarına ve’sile olmaktır.

Bu sûallerin menşei olan ilgili yazının da içyüzünü ve isnâd ettiklerinin ise hakîkatini ortaya koymak için, kısmen alıntılar yapacağız…2

Sinan Meydan adlı şahıs yazmış:

Said-i Nursi’nin, namı değer “Hür Adam”ın Kurtuluş Savaşı’na, “Hürriyet Savaşı”na nasıl bir katkıda bulunduğu, bu savaşa hangi maddi veya manevi desteği verdiği, bu savaşa katılıp katılmadığı ve dahası bu savaş sırasında nerede ne yaptığı hiç gündeme getirilmedi, hiç tartışılmadı.

Said-i Nursi, I. Dünya Savaşı sonlarında Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalandığı günlerde, 1918 yılında İstanbul’a geldi. [Şerif Mardin, Bediüzzaman Said-i Nursi Olayı, “Modern Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişim”, İletişim Yay, 4.bs, İstanbul, 1994, s.145.] Mütareke İstanbul’unda Boğaz’da Çamlıca’da oturan Said-i Nursi, evini, sekreteri olarak görev yapan yeğeni Abdurrahman ile paylaşıyordu. [Mardin, age, s.148.]

Evvelen, Birinci Dünya Savaşı’na iştirâk etmiş ve vatanını, milletini müdafaa etmiş, hayatını hiçe saymış bir Bedîüzzaman’ı da anlatmalı ki; hakkında doğru bir kanaat oluşsun. Hakîkatperestlik odur ki; hasmı dahi olsa hakkı teslim etmeli, cerbezeliklerle kimseyi iğfâl etmemeli.

Bedîüzzaman Hazretleri taleberiyle beraber Birinci Cihan Harbinde (Birinci Dünya Savaşı), “Gönüllü Alayı”nı teşkil ederek düşmana karşı savaşan ve Kafkas, Erzurum, Pasinler, Van, Gevaş, İsparit ve Bitlis cephelerinde bilfiil bulunan ve Milis Kumandanı olarak Ruslar ve Ermenilerle çarpışan ve bilhassa o dönemlerde kahramanca müdafaalarıyla düşmanın sel gibi gelmesine sed çeken ve düşmanların şedid taarruzları karşısında geri çekilmeyen ve bu uğurda hayatını hiçe sayan ve bu mücâdeleler esnasında, harbin çatışmaları hengâmında da Kur’ân’ın bir tefsirî olan İşârâtü’l-İ’caz adlı eserini bâzen at üzerinde, bâzen siper mevziilerinde talebesine yazdıran bir büyük allâme ve kumandan olan Bedîüzzaman Hazretlerinin şu şecaati ve hamiyeti, nasıl birisi olduğunu açıkça ve alenen gösterir.

Hem Rusya’da esârette iken, Rus Çarı’nın önünden geçmesine mukâbil ayağa kalkmayan ve “Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenâb-ı Hakk’ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam etmem”3 diyen ve hakkında verilen i’dâm kararına karşı “Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir”4 diyerek kemâl-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet vermeyen bir Zât, hem ölmekten korkmadığını, hem de İslâm’dan başka bir ruha ve kalbe sâhip olmadığını ehl-i basîrete ve vicdana ve insafa gâyet açıkça göstermiş ve göstermektedir.

Sâniyen, Hazret-i Üstad’ın Rusya’dan kaçtıktan sonra İstanbul’a gelmesi ve o dönemde yeğeni Abdurrahman ile birlikte Çamlıca’da kalması ve ehemmiyetli mevkiilerde görüştüğü çok dostlarının bulunması ve daha sonrasında ise Osmanlı Devleti Şeyhü’l-İslâmlığına bağlı ilmî bir hey’et olan Darü’l-Hikmette azâ olarak vazife almasına da mukâbil, böyle büyük bir allâmenin, elbette vazifesine ve temaslarına uygun ve münâsib biryerde oturması meşrûdur.

Bizzat birlikte kaldığı yeğeninden dinleyelim:

“(Dar’ül Hikmet) görevine başlayalı bir buçuk sene oluyor. Başlangıçta, yaşayışına dikkat ediyordum, zarûret miktarından fazla kendisine masraf yapmıyordu. (…) Dar’ül-Hikmet’ten aldığı maaştan kendine yetecek miktarı ayırdıktan sonra geri kalanını bana vererek ‘bunu sakla’ derdi.”5 Ve biriktirdiği paraları ile kitaplarını neşrettiğini ve kitaplarından da bir gelir istemediğini iyi biliyoruz.

Hem yazıda kinâyeli bir tarzda bahsederek gösterilmeye çalışılan keyif ve safâ haleti ise, hâlen Isparta’da olan yetmiş yamalı cübbesi ve orada sergilenen parçalanmış ayakkabıları ve bütün eşyasını bir sepete sığdırması ve iktisâd ve kanaati en esas maksat yaparak yaşamasıyla bilinen ve bütün talebelerinin de şâhitlik ettiği bu hasletleriyle meşhûr olmuş tarz-ı hayat-ı Bedîüzzaman; bu ithâmı reddeder.

“Hükûmet ve mahkeme memurları tarafından benden soruluyor:

Ne ile yaşıyorsun? 

Elcevab: Dokuz sene ikamet ettiğim Barla halkının müşahedesiyle, şiddet-i iktisad berekâtıyla, tam kanaat hazinesiyle. Ekser günlerde her bir gün yüz para ile, bazı daha az bir masrafla yaşadığımı benimle temas eden dostlarım bilirler. Hattâ yedi sene zarfında; elbise, pabuç gibi şeylere yedi banknot ile idare ettim.” 6

“Bu def’a bana mahkemede sordukları pek çok mânasız sualler içinde ‘Ne ile yaşıyorsun?’ Dedim ki: ‘İktisad bereketiyle’ Hattâ bir vakit Isparta’da bir Ramazan’da bir ekmek, bir kilo torba yoğurdu, bir kilo pirinç ile yaşayan bir adam, maişeti için dünyaya tenezzül etmez ve hediyeyi de kabul etmeğe mecbur olmaz.”7

“On sene zarfında yüz banknot ile idare eden ve günde, bazan kırk para ile geçinen ve yetmiş yamalı bir abayı yedi sene giyen bir adam hakkında…”8 keyif ve safâ peşindeydi denilmez, denilemez, denilse ya câhillikten ileri gelir, ya da gadr’dan…

İddiâlara devam edelim…

15 Mayıs 1919’da İngiliz-Fransız destekli Yunan ordusu İzmir’i çok kanlı bir şekilde işgal etti. İzmir ve civarında “Türklerin katledilmeleri” üzerine Anadolu’nun değişik yerlerinde direniş cemiyetleri kurulmaya, yerel kongreler toplanmaya ve işgali kınayan mitingler yapılmaya başlandı.

Kadınların ve Darülfünun hocalarıyla öğrenci- lerinin de katıldığı mitinglerde, kanlı Yunan işgalleri kınandı. Fatih mitinginde Halide Edip Hanım, İstanbul Darülfünunun öğretim üyesi Selahattin Bey, Üsküdar mitinginde Sabahat Hanım, Kadıköy mitinginde Darülfünun öğrencisi Münevver Saime Hanım “işgali kınayan” çok coşkulu konuşmalar yaptı.

Halide Edip’in, Selahattin Bey’in, Sabahat Hanım’ın ve Saime Hanım’ın işgali kınayan konuşmalar yaptıkları o İstanbul mitinglerinde Said-i Nursi yoktu.

Selânikte Hürriyet Meydanı’nda yaptığı coşkulu ve te’sirli konuşması ile bilinen ve İstanbul’da ayaklanmış yaklaşık yirmibin hammalı bir nutku ile yatıştıran, devletine itaat ettiren ve yine subaylarına isyân etmiş sekiz tabur askeri, yaptığı te’sirli konuşmasıyla bastıran ve vazgeçiren ve komutanlarına karşı itaate sevk eden Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri, kendisinin de ve beraberinde kaldığı yeğeni Abdurrahman’ın da ifâde ettiği gibi, ikibuçuk yıl süren Rus esâretinin kendisinde bıraktığı rahatsızlıklar nedeniyle Darü’l-Hikmet’teki vazifesine dahi çok sonraları ancak iştirâk edebilecekti…

“Bundan iki buçuk sene evvel –ki 1334 [1918] senesi idi- amcamın rızası olmadığı halde Dar’ül Hikmet’e üye kaydedilmişti. Fakat esaret yıllarında çok sarsılmış olduğundanon ay kadar izinli görünerek vazifeye gitmedi. Hatta bir çok defasında istifa etmek teşebbüsünde bulundu. Fakat dostları buna engel oldu.”9

“Ziyâde zaafiyeti ve istirahate ihtiyacı dolayısıyla vazifeye on ay 10 kadar me’zunen başlayamadı. Doktorların tavsiye ve raporları ile, kendisinde Vehn-i Asap (Sinir zaafiyeti) rahatsızlığının tedavisi için, uzun bir istirahat ve temiz hava tavsiye ediliyordu.” 11

Anadolu’da gerçek din adamları direniş hazırlıkları yaparken Hür Adam neredeydi?

Anadolu’nun işgali üzerine “gerçek din adamları” ya silaha sarılarak ya da cami cami dolaşarak halkı “kurtuluş için” harekete geçirmeye çalışmıştır. Hatta birçok din adamı Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurarak bölgesinde silahlı direniş başlatmıştır.

Bu sırada Said-i Nursi, İstanbul’da, Kürdistan Teali Cemiyeti’ni ve Kürt Neşriyat Cemiyeti’ni kurmakla meşguldür. [Mustafa Yıldırım, Meczup Yaratmak, Ankara, 2006, s.73,74; Mardin, age, s. 147.] İngiliz Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın Bağdat’tan yazılan gizli raporunda,Kürtleri Türklere karşı kışkırtarak ayaklandırmak amacıyla kurulmuş olan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurucuları arasında Said-i Kürdi (Nursi)’nin de adı vardır. [Mustafa Yıldırım, Meczup Yaratmak, Ankara, 2006, s.32,33]

“Gerçek Din Adamları” nın tırnak içinde yazılarak özellikle nazara verilmesi, Bedîüzzaman Hazretlerinin öyle olmadığını göstermek ve iddiâ etmek niyetiyledir ki, bir din adamının gerçek olup olmadığını anlamak için, bu satırların sâhibinin dimağında şu kıstası vardır. Savaş esnasında eline silah aldı mı, almadı mı?

Ehl-i ilmi kendine güldürmek ve kendisini de ehl-i ilim nazarında maskara yapmaktan öte götürmeyen bu boş ve câhilâne iddiâların sâhiblerini değil, o satırları okumuş olanları muhâtâb alarak cevâb veriyoruz.

Bir ilim sahasının ehlinin, o dâire-i ilimdeki keyfiyetini ancak o ilimde mütehassıs olanlar ve kendisine denk ya da daha yüksek mertebede bulunanlar ve bunu dahi belli bir usûl ve metod tâkip etmek kaydı ile ve haklarında da ilmî bir dayanak göstermek şartıyla ancak ve ancak bildirebilirler, o vakit haklarında bir hüküm öne sürebilirler.

İşte ey o kalemin sâhibi, senin kıstasın ve mantığın yalnızca eline silah alıp, almamak iken, bu hakîkat; senin ilimsiz başına vurur, çarpar.

Doksana yakın ulûm-u diniyeye ait gâyet ağır eserleri aynen hıfzına alan ve şarktaki bütün âlimleri ilzâm ederek İstanbul’a gelen ve “her türlü suâle cevâb verilir ama suâl sorulmaz”levhâsıyla meydan okuyan ve muvaffakta olan ve Bedîüzzaman gibi bir ünvânın kendisine verilmesine sebep olan istidâdlara sâhib olan ve yazdığı eserler ile ulemânın binler takdirini toplayan kahraman ve şecaatli ve büyük bir allâme olan Bedîüzzaman’ın dindarlığını ve ilmini sen tartamazsın, sıkletin çekmez. Daha ismini okuduğunda ne işe yaradığını bile anlayamayacağın eserlerin vukûfiyetine sâhip bir büyük allâmeyi tartmak senin işin ve vazifen değil, sahan hiç değil. Sen ancak belli bir dar alandan ve vukûfiyetsiz başınla ve ancak garazlı bir hissiyatınla bakabilir olduğunu, umûm ehl-i ilme gösterdin…

Senin bu mantığına göre, meşhûr bir üniversitenin, meşhûr bir matematik profesörü dahi, “gerekçesi ve bir maksadı olduğu halde” eline silah almasa, gerçek bir matematisyen değildir. Çünkü gerçek bir matematikçi olabilmesi için, eline silah almış olmalıydı…

وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كاٰفَّةً فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِى الدّٖينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ 

Meâlen: “Mü’minlerin tümünün öne fırlayıp çıkmaları gerekmez (veya hepsi birden toptan seferber olacak değillerdir). Öyleyse onlardan bir grup da, dinde derin ve köklü bilgi sahibi olmak ve kavimleri geri döndükleri zaman onları (dinde) uyarmak için geri kalsa ya!. Umulur ki onlar da kaçınıp sakınırlar.”

Cenâb-ı Hakk (c.c.) din adamlarına emrediyor, hepiniz birden elinize silah alıp, cephelere gitmeyiniz ve dinde derinleşmek için ve ilminizi arttırmak için ve savaştan sonra kavminize, milletinize dini anlatmak için geride kalınız (!)

Demek Bedîüzzaman Hazretleri eline silah almayıp, cepheye koşamamış olmasıyla da, şer’ân doğru olanı ve emredileni yapmış oldu. Ve yeni Said Dönemi başladı ve Risale-i Nûr eserlerinin vücûda gelmesine ve’sile oldu. Tam olarak bu âyete mazhâr oldu. Ve binler değil, yüzbinler de değil, şimdi milyonlar insanların îmânlarının kurtulmasına ve her birisinin en az bu zemin yüzü kadar ebedî bir Cennet kazanmasına da ve’sile oldu.

Ve birde (kendileri de olmadığını gâyet iyi bildiği halde), Bedîüzzaman Hazretlerini Kürdistan Teali Cemiyeti kurucularından gibi gösterirler ve hiçbir delil ve belgenin olmadığı bu iddiâ ile (güyâ) vatan hâini diye göstermek için çırpınırlar. Peki, Kürdistan Teali Cemiyeti üyeleri içinde Said Molla ismi yazdığı halde, neden bununla çığırınmazlar da, gidip “İngiliz Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın Bağdat’tan yazılan gizli raporu” diye yazarlar?

Çünkü Said Molla’nın, Bedîüzzaman Said Nursî olmadığı hem belgeleriyle, hem de Said Molla denilen adamın tesbît edilmesiyle isbât edildi de ondan. Yalnızca isim benzerliğinden ibâret.

Oradan tutmayacağı için, bu taraftan…

Peki, Bedîüzzaman Hazretleriyle hiçbir ilişkisi olmadığı halde bu ısrar neden?

Onu da okuyucularımızın vicdan ve akıllarına havâle ediyoruz, bu iddiâları ortaya atanların zihniyetlerini, niyetlerini ve karekterlerini göreceklerdir…

Bu arada yukarıdaki rapora verilen kaynak ise “Mustafa Yıldırım, Meczup Yaratmak, Said-i Kürdi, Nursî ve Yanıltma Ustaları” adlı kitapmış. Bedîüzzaman Hazretlerine karşı garazlı ve bilinçli olarak cephe alanların, yine garazlı, mesnedsiz ve yalan yaftalamalarıyla yazdıkları kitaplarını birbirlerine paslamak ve birbirlerine kaynak yapmak ve delil olarak göstererek hareket ettiklerini görüyoruz…

Ey ehl-i insaf ve hakîkatperest vicdan sâhipleri,

Bu iddiâlara altta cevâb verilecek, verilecek amma böylesi hilelerle ve yalan isnâdlarla hareket edenler, sizin hayatınızda birer referans olabilirler mi?

Bir büyük İslâm âlimine yapılan böylesi yaftalamaların peşinden, Müslüman vicdanlar gider mi?

Âhiretimiz adına büyük bir mes’ûliyeti netice vermez mi?

Onlar âhiretlerini düşünmedikleri halde, sizler düşünmez misiniz?

Kabrin dehşetinden titremez misiniz?

Bakınız, o cemiyetlerin kuruluş belgelerini Prof. Dr. Ahmet Akgündüz belgeledi, hem de Said Molla’nın kim olduğunun da kimliği zâten tesbît edildi.

“Bütün gayretlere rağmen Bedîüzzaman’ın Kürd Te’âlî Cemiyeti veya Kürd İstihlâs ve İstiklâl Cemiyeti kurucusu yahut üyesi olmadığının Osmanlı ve Cumhuriyet belgeleriyle ortaya çıkmasına rağmen, İstiklal Mahkemesi başsavcısının Bedîüzzaman’ı Kürd Te’âlî Cemiyetinin üçüncü kurucu üyesi gibi göstermesine rağmen, asla bu sebeple mahkemelerce sorguya çekilmediğini ve diğer maznunların alınan ifâdelerinin de Bedîüzzaman’ın bu iki teşkilât ile alakasının olmadığını ortaya çıkardığını belgeleriyle ispatladık.” 12

Bedîüzzaman Hazretlerinin kendi ifâdesiyle:

“Bu bîçare Said, Van’da ders-i hakaik-ı Kur’âniye ile meşgul olduğum miktarca Şeyh Said hâdisatı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi.”13

“Bir asra yakındır, Birinci Cihân Harbi’nde ve Kurtuluş Savaşı’ndaki bütün fedâkârlıklarına rağmen, İngilizlerin baskısı altında kuvây-ı milliyenin aleyhinde fetvâ veren Şeyhül-İslâmlık makamının fetvâsına karşı lehde fetvâ veren Bedîüzzaman Sa’îd Nursî, maalesef genç nesillere tam tersi ithâmlarla tanıtılmak istenmiştir. Resmî tarihin yazılı kaynaklarında ve bunların bedava mikrofonu olan çifte standardlı ve tek gözlü aydınların ifadelerinde, vatan hâini, kuvây-ı milliye aleyhtarı ve Kürd Te’âli Cemiyeti kurucusu olarak takdim edilmek istenen Bedîüzzaman’ın, arşiv belgelerinde ve gerçek tarihin sayfaları arasında, Birinci Dünya Harbi Mücâhidlerinden ve Birinci Dünya Harbi’nin gönüllü komutanlarından vatanı için Ruslara esir düşen hamiyetperver şahsiyeti okunmaya ve bu hakikatler yeni nesil tarafından hayretle incelenmeye başlamıştır. Yani yalancının mumu sönmeye yüz tutmakta ve yatsı ezanının “Allahu Ekber” sesleri kulaklarımızda akis yapmaktadır.” 14

Aşağıda bunlarla ilgili belgeleri ilgili eserden iktibâs ederek yayınladık. Âhirinde ise, Kürd Teâlî Cemiyeti üyeleri arasında ismi geçen “Said Molla” adlı şahsın, bir ünvânı da Molla Said olan Bedîüzzaman Hazretleri ile aynı kişi olmadığını ve bu isim benzerliğinden istifâde ederek Bedîüzzaman diye gösterilmeye çalışıldığını göstereceğiz. Lâkin, Bedîüzzaman Hazretlerinin bu cemiyet ile herhangi bir bağının bulunmadığı mahkemelerce de sâbit olduğundan, önceleri bu isim benzerliğinden hareket ederek “bile bile” Bedîüzzaman diye göstermeye çalıştıkları çirkin ve asılsız ve kasıtlı teşebbüslerine, şimdi de gizliden gelen rapor beyânına göre diyerek teşebbüs etmektedirler ancak yine beyhûdedir…

“Yayınladığımız bu belgeler, 1930 tarihli resmî yazıyla İstanbul Emniyetinden tekrar istenmiş ve yeniden tedkik edilmiştir. Osmanlı Devleti, (Kürt Teâ’lî) cemiyetin gayesinin, yabancı devletlerin himayesinde bağımsız bir Kürd Devleti kurmak olduğunu tesbit etmiştir.” 15

[Makâlenin devâmı için alttaki sayfa numaralarına tıklayınız]

—————————-
1:   http://www.risalehaber.com/chpli-emine-hanimdan-said-nursiye-iftira-141389h.htm 
2:   http://sinanmeydan.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=253:huer-adam-kurtulu-savanda-neredeydi&catid=63:oda-tv-yazlarm&Itemid=237 
3:   Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyât, sh:115 
4:   Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyât, sh:115 
5:   Bediüzzaman’ın hayatı, Abdurrahman Nursî, 1979, sh:63-64 
6:   Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyât, sh:224 
7:   Emirdağ Lâhikası-I, Envar Neşriyât, sh:283 
8:   Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyât, sh:227 
9:   Bedîüzzaman’ın Hayatı, Abdurrahman Nursî, 1979, sh:63 
10:   Sadık Albayrak bu mez’uniyet müddetinin üst üste toplamı iki seneyi bulduğunu kaydeder (Bkz. Son Devrin İslâm Akademisi, s:188) 
11:   Mufassal Tarihçe-i Hayat, Abdulkadir Badıllı, c:1, sh:446 

12:   Arşiv Belgeleri Işığında Bedîüzzaman Said Nursi, Prof.Dr. Ahmet Akgündüz, cilt:2, 2014, sh:11 
13:   Lem’âlar, Envar Neşriyât, sh:41 
14:   Arşiv Belgeleri Işığında Bedîüzzaman Said Nursi, Prof.Dr. Ahmet Akgündüz, cilt:1, 2013, sh:898 
15:   Arşiv Belgeleri Işığında Bedîüzzaman Said Nursi, Prof.Dr. Ahmet Akgündüz, cilt:2, 2014 

Sayfalar: 1 2 3