Müfterîler…

Loading

Bir fâsık Müslüman’ın dahi diline almaktan titrediğini, kaygısızca ve endişesizce dillerine alanları gördüğümüz vakit, hele hele bir de dîni eğitimlerini İlâhiyat gibi bir akademide tamamlayanlardan böylesi yalanlar ve iftirâlar geldiği vakit, hatırımıza şu geliyor:

“Bir takım insanlar zuhûr edecek, onlar Kur’ân-ı Kerîm’i okuyacaklar, fakat Kur’ân-ı Kerîm onların gırtlaklarından aşağı geçmeyecek.” (Sahîh-i Buhârî, Kitâb’üt-Tevhîd)

Biz artık bu zümreleri tanıyoruz. Bunların bır kısmında adâvet, garaz, kıskançlık ve haset yatıyor. Başka bir kısmı tamâmen İslâmiyetin aleyhindeler ve dinsizdirler fakat bunu i’tirâf etmezler, gizlerler. Diğer bir kısmı ise Kemâlist ruhlu olduklarından ve belki de tamâmen Kemâlist olduklarından, gizliden gizliye düşmanlık besliyorlar. İslâmiyetin muvaffâkiyetini, kuvvetlenmesini ve hükmetmesini kat’iyyen hazmedemiyorlar. Sûreten haktan görünüp, asıl itibâriyle başka maksadların peşinde koşuyorlar. Bu zümrelerin tamâmı dâhilden ve hâriçten sürekli taarruz ve tâciz ediyorlar. Bunların dışında kalanlar ise bu yazımızda mevzû-u bahis değiller zirâ onlar insâfa gelebiliyor.

Hem kim meşhûr olmak istiyorsa, Bedîüzzaman Hazretlerine, Risâle-i Nûr eserlerine, Nûr Talebelerine veya Tasavvuf Erbâbı kardeşlerimize taarruz edip, iftirâlar düzenliyorlar.. Çünki onlar da anlamış ki; en yüksek mevkîyi ve mertebeyi artık herkesin kalbinde, ruhunda, fikrinde İslâmiyetin ve Kur’ân’ın hakîki nûrunu nakşeden bu mukaddes hizmetler tutuyor. Alttan bir ses verip, yukarıdan bin ses gelsin istiyorlar. Zirâ, hem karanlıkta kaldıklarından farkedilmedikleri için, hem de ilimsizlikleri nedeniyle hiç hükmünde görüldükleri için kendilerini öne çıkarmaya çalışan bu zümreler, o mukaddes nûr-u ziyânın kendilerini de göstermesini istiyorlar. Öyle ya.. Rûy-i zeminde güneşin herşeyi hatta mülevess şeyleri dahi aydınlatıp göze göstermesi gibi..

Böyle bir müfterîyi adlî makâmlara verip vermemeyi birkaç kez düşündüm. Hakîkatte bu hezeyanları savuran şahıslar, zâten yazdıklarının doğru olmadığını kendileri de pek iyi biliyorlar. Bu ortaya attıkları yalan ve maksadlı iddâlar; kendilerinin içten içe gizledikleri yılan damarlarından, fıtratlarından ve güttükleri başka maksadlardan geliyor. Böyle bir bedbahtı mahkemeye vermekle, orada burada konuşulmasının ve yazılmasının kendilerini sürükleyeceği ‘geçici görünür olma hâlini’ onlara tattırmak istemedim. Amma velâkin hadlerini aşmaya devâm ederlerse, kendilerini rezîl u rusvâ edecek ve umûm millete yalancılıklarını belgeleyecek olan bu hakkımız saklıdır..

“Hodfurûş, şöhretperest, riyâkâr insanlar ve az bir şeyle iktidarlarını göstermek ve ihâfe ve ızrâr cihetinden bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhâlefet vaziyetine girerler. Tâ görünsün ve nazar-ı dikkat ona celbolunsun. Ve iktidar ve kudretle değil, belki terk ve atâletle sebebiyet verdiği tahribat ona isnad edilip, ondan bahsedilsin. Nasılki böyle şöhret divânelerinden birisi, namazgâhı telvis etmiş, tâ herkes ondan bahsetsin. Hattâ ondan lânetle de bahsedilmiş de, şöhretperestlik damarı kendisine bu lânetli şöhreti hoş göstermiş diye darb-ı mesel olmuş.” (Lem’âlar)

İslâmiyet lehine ve dâvâ-yı Kur’ân adına gayret gösterenleri lekelemeye ve itibarsızlaştırmaya çalışmak, onların mücâhedesini verdiği dâvâlarına ve müdafaa ile muhâfazaya çalıştıkları mukaddesâta karşı hâinlik hükmüne geçer.

Nasıl ki bir maksad için gayret gösteren bir kalabalık ailenin bir ferdi, diğer kardeşleri hakkında onların aleyhinde ve güttükleri dâvâya zarar verecek yalan iftirâlarla onları ve ailesini lekedâr etmek istese, kendisine hâin nazarıyla bakılacağı gibi..

Bu gibi şahıslar cemaatlere girip çıkıyorlar, tarîkatlara girip çıkıyorlar ve daha sonrasında ise kendilerini herşeyi bilen, herşeyi görmüş ve biliyor da konuşuyor gibi gösterip, yalan ve iftirâ senaryolarını ortaya döküyorlar.

“Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telakki ettiği selef-i sâlihînin cadde-i nuranîlerini terkedip heveskârane, hevaperestane, riyakârane, şöhretperverane, bid’akârane işlerde ve harekâtta bulunsa; manen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkie düşer. اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللّٰهِ sırrına göre; ehl-i iman ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derketmediği halde, kalbi öyle hodfüruş adamları görse; soğuk görür, manen nefret eder.

İşte hubb-u câha meftun ve şöhretperestliğe mübtela adam -ikinci adam-, hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i safilîne düşer. Ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında, muvakkat ve menhus bir mevki kazanır. اْلاَخِلاَّءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلاَّ الْمُتَّقِينَ sırrına göre; dünyada zarar, berzahta azab, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.” (Mektûbât)

Kendileri hakkında daha fazla yazmanın israf olduğu kanaatiyle, yazılarını okuyanlara veya işitenlere hitâb etmek isterim.

Evvelen bu gibi hâdiseler yeni değildir daha evvelinde de vuku’ bulmuştur. Mahmeke eliyle onaylanmış ve tasdîk edilmiş olan bu iki hâdiseyi Risâle-i Nûr içinde de bulabilirsiniz. Ben yine de buraya kaydediyorum:

Birisi:
“Bizi tecessüs eden memurlar, birşey bahâne bulamadıklarından bir pusula yazıp ki: ‘Sâid’in hizmetkârı bir dükkândan rakı almış, ona götürmüş.’ O pusulayı imza ettirmek için hiç kimseyi bulamayıp, sonra yabanî ve sarhoş bir adamı yakalamışlar, tehdidkârane ‘Gel bunu imza et!’ demişler. O da demiş: ‘Tövbeler tövbesi olsun, bu acib yalanı kim imzâ edebilir?’ Onları, pusulayı yırtmağa mecbur etmiş.”
 (Tarihçe-i Hayat)

Diğeri:
“Risâle-i Nûr’un fevkalâde kıymetini kırmak fikriyle şeytanların bile hatır u hayaline gelmeyen bir iftira, resmî makâmı işgâl eden bir adam yaptı. Ve demiş: ‘Gecede tablalarla baklavalar, fâhişe ve nâmussuzlar yanına gidiyorlar.’ Halbuki benim kapım gecede dışarıdan ve içeriden kilitli, sabaha kadar bir bekçi o bedbahtın emriyle kapımı bekliyordu. Hem buradaki komşular ve bütün dostlar bilirler ki; ben işâ’ namazından sonra, tâ sabaha kadar hiç kimseyi yanıma kabul etmemişim. İşte böyle bir iftiraya bir sefih, ahmak insan eşek olsa, sonra şeytan olsa, buna ihtimâl vermez. O adam anladı, o gibi plânlardan vazgeçti, buradan başka yere cehennem olup gitti.”
 (Tarihçe-i Hayat)

Görüyorsunuz ki, aynı zihniyettir bunlar. Belki sizin nazarınızda ‘her kafadan bir ses çıkıyor’ gibi görünüyor olabilir. Kime inanacağız şaşırdık diyebilirsiniz. Zâten onların da maksadı bu.. O vakit bunun en isâbetli yolu; mâdem zamân akıl çağıdır ve bütün tarihçe-i hayatı ve mücâhede-i dîniyesi ile kim olduğu iyice bilinen ve devletin arşivlerine geçmiş olan Bedîüzzaman Said Nûrsî Hazretleri gibi bir büyük âlimin ve dîn adamının müellifi olduğu Risâle-i Nûr eserlerini alıp okumanızdır ve dikkatle mütalaa ettikten sonra kendi aklınız, kalbiniz ve vicdanınız ile kendi kararınızı vermenizdir..

Delîlsiz, isbâtsız sözlere değil, tarihe mâl olmuş, hakkındaki bütün mahkemelerden berâet etmiş ve binler şâhidleri bulunan ve en büyük delîli ise yazdığı eserleri olan Risâle-i Nûr’a kulak vermenizdir. “Söylendiğine göre veya iddiâ edildiğine göre, kelimesi; kişinin ne kötü bineğidir.” (Sünen-i Ebû Dâvud, Kitâbü’l-Edeb) diyen Rasûlullah’ın (aleyhissalâtu vesselâm) ihtârına ve ikâzına dikkat ediniz. Yalan ve iftirâ ile hayat sürenler, başkalarına mânen ne kazandırabilirler…? اِنَّمَا يَفْتَرِى الْكَذِبَ الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَاُولٰئِكَ هُمُ الْكَاذِبُون

Meâlen: “Yalanı ancak Allah’ın âyetlerine inanmıyanlar uydurur, iftirâ ederler, işte onlar yalancıların ta kendileridir.” (Nahl Sûresi, 105. âyet)

Allah’ın cc hidâyeti üzerinize ve üzerimize olsun…
Ersin Miman