Sözcü Gazetesi yazarlarından Soner Yalçın, Türkçe ezân mes’elesiyle ilgili bir yazı kaleme almış. Yazısındaki yanlışları göstermek ve hakîkatini izâh etmek maksadıyla bu makâle yazdık. Murâdımız; yazının tamâmına değil, yalnızca Türkçe Ezân mes’elesiyle ilgili olan ifâdelerine yer vermektir.
Soner Yalçın yazısında demiş :
“Namaz, Arapça değil, Farsça… Oruç, Arapça değil, Farsça… Abdest, Arapça değil, Farsça… Peygamber, Arapça değil, Farsça… Müslüman, Arapça değil, Farsça…”
Ve daha bunlar gibi bir çok kelimeyi saymış ve âhirinde de :
“Bugün İslam’ı yaşarken-anlatırken kullandığımız sözcüklerin çoğu Arapça değil Farsça!
Peki…
‘Türkçe’ adı geçince kimileri neden sert tepki gösteriyor?
İslam ile Türk dili yan yana gelsin istemiyorlar!
Türkçeye alerjinin sebebi ne? ‘Türkçe’ düşmanlığı mı?
İbranice ‘Rab’ dersiniz sesleri çıkmaz; Türkçe ‘Tanrı’ derseniz ortalığı yıkarlar!” diyerek devâm etmiş.
Daha sonra ise; Şiilerin ezânı farklı okuduklarını da dillendirip, başka mes’eleleri de işin içine dâhil etmeye çalışarak mes’eleyi tâ minârelere, ezânın hoparlör ile okunmasına ve yüksek ezân sesinden rahatsız olanlara kadar getirmiş..!
Türkçe ibâdetler ve okunan Türkçe hutbelerden de bahsettikten sonra :
“’Ulûm’ gazetesinde ‘Lisan ve hatt-ı Turki’, namaz sûrelerinin Türkçeleştirilmesini, Türkçe namaz kılınmasını savundu. Referans kaynağı, İmamı Azam Ebu Hanife‘nin ‘her milletin Kuran-ı kendi diline tercüme ederek ibadet edebileceği’ fetvasıydı…
Bu tarihi gerçeklerin bugün konuşulması kabalıkla hoyratlıkla bastırılıyor!
Çünkü kimileri…
Özle değil şekille uğraşıp, ‘Allah’a din öğretme’ peşinde…” diyerek yazısını bitirmiş.
EVVELEN : “Namaz, Arapça değil, Farsça. Oruç, Arapça değil, Farsça. Abdest, Peygamber, Türbe, Tesbih ilâ-âhir Arapça değil, Farsça. Bugün İslam’ı yaşarken-anlatırken kullandığımız sözcüklerin çoğu Arapça değil, Farsça! Türkçe adı geçince kimileri neden sert tepki gösteriyor?” ifâdesiyle herhalde şunu demek istiyor :
Mâdem ki İslâma dâir bâzı kelimeleri Arapça yerine Farsça’dan almışız meselâ, namaz için Arapça’dan ‘salat’ kelimesi yerine Farsça’dan almışız, demek başka dillerden dînî kelimeler alabiliyoruz. Aynı şekilde ezân’ın Arapçası yerine de başka bir dilden karşılığını alıp kullanabiliriz. Farsça’dan alabiliyorsak, Türkçe’den de alabiliriz. Ezân’da zikredilen ‘Allahu ekber’ yerine, ‘Allah’ kelimesini Türkçeleştirip ‘Tanrı’ diyebilir, ‘ekber’ kelimesine de ‘ulu’ diyerek ‘Tanrı uludur’ diyebiliriz… demeye getirmiş. Bu nedenle de devâmında, “Türkçe deyince neden sert tepki gösteriliyor?” diyor.
El-Cevâb: Gösterilen tepkiler, Türkçe ‘ye karşı değil, ezânı tağyir etmeye, değiştirmeye teşebbüs edenlere ve ezânın mukaddesliğinin muhâfazasına dâir yapılıyor. Çünki ezân; İslâmiyetin şiârıdır.
“Sünnet-i Seniyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir. Şeâir, âdeta hukûk-u umûmiye nev’inden, cemiyete âit bir ubûdiyettir.” [1]
Evet, en mühîm ibâdete da’vet eden ve İslâmiyetin şiârı olarak kabûl edilen ezân, İslâmiyetin temsîli ve izhârı makâmında olup, ümmetin ortak hukûku olduğu cihetle, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.
Bedîüzzaman Hazretlerinin de tâbiriyle “hilkat-ı kâinatın netice-i uzmâsı ve nev-i beşerin netice-i hilkatı olan ilân-ı tevhîd ve Rubûbiyyet-i İlâhîyeye karşı izhâr-ı ubûdiyyete vâsıta olan ezânın” [2]kudsîyeti buradan gelir.. Demek ki ezân; yalnızca kuru bir çağırmadan ibâret değildir. Cenâb-ı Hakk’a (c.c.) karşı kulluğun izhârında ve Onun (c.c.) vahdetini, birliğini ve rubûbiyetini ilân etmede pek ehemmiyetli bir mevkîde bulunan namaza ve o namazın mânâsına bir da’vettir.
Ve bu da’vetin nasıl yapılacağı da, İlâhî bir tercihdir! Yâni, namaza da’vet husûsunda ne yapalım diye düşünülürken, Abdullah Bin Zeyd’e (r.a.) rü’yasında namaza da’vetin nasıl yapılacağı ilhâm-ı İlâhî ile gösterilmiştir. Aynı gece de Hz. Ömer ‘de (r.a.) aynı rü’yayı görür ve bu iki sahâbî, ezân hakkında böyle bir ilhâm-ı İlâhîye’ye mazhâr olurlar. Böylece ezân, masa başında yazılmış beşerî bir gayretin mahsûlü olmayıp, İlâhî bir tercih olarak tahakkuk eder!
ذٰلِكَ وَمَنْ يُعَظِّمْ شَعَائِرَ اللّٰهِ فَاِنَّهَا مِنْ تَقْوَى الْقُلُوبِ
Meâlen: “Her kim Allah’ın şeâirini tâzîm ederse, şüphesiz ki bu kalplerin takvasındandır.” (Hac Sûresi, 32)
Ayrıca, Türkçe veya farklı dillerdeki ezânların, şeâir-i İslâmiye’ye muhâlif bid’atlar olduğunu söyler Bedîüzzaman Sâid Nûrsî Hazretleri..
SÂNİYEN : Soner Yalçın demişti ki, “İslamı yaşarken-anlatırken kullandığımız sözcüklerin çoğu Arapça değil Farsça!” Bu cümleye de nazar-ı dikkatinizi celb edelim..
Önce ‘İslâmı Anlatırken’ kısmına değinelim:
Yazarın sürekli ‘Arapça’ değil, ‘Farsça’ demesine mukâbil şu ciheti ifâde edelim ki, Arapça; mukaddes değil, o da diğer diller gibi bir dildir. Nitekim Arapça’da, geçmiş asırlarda, hem de günümüzde başka dillerden birçok kelimeyi kendi bünyesine almıştır. Kudsîlik, Arapça’nın kendisinde değil, Kur’ân’ın kelâmındadır! Zirâ vahiydir.
İslâmiyet’i anlatırken, elbette kendi lisânında anlatacaksın ve kullandığın kelimelerin hangi dilden geldiği de önemli değil, neticede konuştuğun Türkçe’dir yâni, ‘doktor’ kelimesi Fransızca’dır (Docteur), ‘asansör’ kelimesi de Fransızca’dır (ascenseur). Şimdi meselâ, ‘Asansörde Doktora rastladım’ dediğimiz vakit, bu cümlenin üç kelimesinden ikisi Fransızca kökenlidir. Fakat konuştuğumuz Türkçe’dir. Herhangi bir şeyi anlatırken, başka dillerden alıp Türkçeleştirdiğimiz kelimeleri kullanırız, aynı şekilde İslâmî, dîni birşeyler anlatacağımız zaman da bu geçerlidir. Bütün dillerde olduğu gibi, her ilîm dalı kendine âit terminolojisini fıtrî olarak oluşturur.
Amma velâkin, ‘İslâmı Yaşarken’ kısmına gelirsek:
İslâmiyet’i yaşarken demekle, bunun tamâmını içine alır bir ifâdeyi beyân edemeyiz zirâ, İslâmiyeti yaşamak; farzları edâ, vâcibleri edâ, sünneti edâ ile yâni ibâdet ve taat ile berâber amel-i sâlih, günlük muâmelat ve âdâb diyerek devâm eder gider.. Fakat bunlar içinde ibâdet ve ibâdetlere taalluk eden ef’âllerde zikredilen lisân; mukaddes hurufu’l-Kur’ân veya Resûlullah’ın aleyhissalâtu vesselâm gösterdiği ve öğrettiği şekildedir. Namazlarda okuduğumuz sûreler yâhut İslâmiyetin şiârından olan ezân gibi..
O nedenle İslâmı yaşarken tâbirinden, ibâdetleri ve onlara taalluk eden ef’âlleri ayırmalı, tamâmı gibi ifâde edip göstermeye çalışmamalı.
SÂLİSEN: Gazete yazarının, “İbranice ‘Rab’ dersiniz sesleri çıkmaz; Türkçe ‘Tanrı’ derseniz ortalığı yıkarlar!” ifâdesine gelince ise; yukarıda da temâs ettiğimiz gibi dînimizin kaynağı Kur’ân ve Sünnettir!
Bu dînin bir Sâhibi (c.c.) ve O’nun da (c.c.) vazîfeli olarak ta’yîn ettiği bir Resûlü aleyhissalâtu vesselâm var.
Cenâb-ı Hakk (c.c.) şu âyet-i kerîmede buyuruyor :
وَلِلّٰهِ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ بِهَا وَذَرُوا الَّذٖينَ يُلْحِدُونَ فٖى اَسْمَائِهٖ
Meâlen : “En güzel isimler Allah’ındır, O’na O isimlerle duâ edin, O’nun isimlerinde haktan ayrılan kimseleri bırakın.” (A’raf Sûresi, 180)
Bu bağlamda ‘Rab’ kelimesine de, ‘Allah’ lafzına da böyle bakarız. Rab kelimesinin ve ifâdesinin bizzat Kur’ân-ı azîmüşşân’da Cenâb-ı Hakk’ın (c.c.) kendisi için istimâl ettiğini ve Kur’ân içinde yaklaşık bine yakın zikredildiğini hatırlatalım. Meselâ;
وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَنٖى اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ عَلٰى اَنْفُسِهِمْ اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ قَالُوا بَلٰى شَهِدْنَا
Meâlen : “Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)’ demişlerdi.” (A’râf Sûresi, 172)
Aynı şekilde, Allah lafzı da, Kur’ân-ı Azîmmüşşan’da besmele ile birlikte ikibin sekizyüz’den fazla zikredilmiştir. Meselâ;
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ
Meâlen : “Hamd, âlemlerin
Rabbi olan Allah’a dır.” (Fâtiha Sûresi, 2)
Demek ki; kaynak olarak Kur’an’da veya Sünnette zikredilip zikredilmediğine bakar ve ona göre dikkate alır veya almayız. Aynı şekilde Cenâb-ı Hakk’a (c.c.) hitap edeceğimiz zaman da, A’raf Sûresinde de bildirildiği üzere, ancak Onun (c.c.) isimleriyle hitâb ederiz ve bunun, Kur’ân’ın bir emri olduğunu da biliriz..
ALLAH (c.c.) lafzına gelince;
اِنَّمَا اِلٰهُكُمُ اللّٰهُ الَّذٖى لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَسِعَ كُلَّ شَیْءٍ عِلْمًا
Meâlen : “Sizin ilâhınız ancak
kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, ilmiyle her şeyi
kuşatmıştır.” (Taha Sûresi, 98)~ ~
~
قُلِ ادْعُوا اللّٰهَ اَوِ ادْعُوا الرَّحْمٰنَ اَيًّا مَا تَدْعُوا فَلَهُ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنٰى
Meâlen: “De ki: ‘(Rabbinizi) ister Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O’nundur.’” (İsrâ Sûresi, 110)
Tanrı kelimesi bir cins isim olduğundan, bâtıl Tanrıları da kapsar. Güneş Tanrısı, Gök Tanrısı, Ateş Tanrısı, Aşk Tanrısı, Bereket Tanrısı ve daha Kur’ân’da da zikredilen puttan tanrılarla berâber yüzlercesi gibi..
Halbuki Cenâb-ı Hakk (c.c.) âyet-i kerîmesinde, Bana isimlerimle duâ ediniz, Beni isimlerimle nidâ ediniz diye buyuruyor. Allah lafzı ise, Cenâb-ı Hakk’ın özel bir ismidir. Ve dahası Kur’ân-ı Azîmmüşşân’da, Cenâb-ı Hakk’ın (c.c.) doksan dokuz ismi zikredilmektedir. Nasıl ki size, isimlerinizin tercümesiyle hitâb edilemiyorsa, Cenâb-ı Hakk’ın cc da isimleri tercüme edilerek Kendisine hitab edilmez. Zâten “En güzel isimler Allah’ındır, O’na O isimlerle duâ edin, O’nun isimlerinde haktan ayrılan kimseleri bırakın.” (A’raf Sûresi, 180) âyetiyle de bunu bildirmiştir.
Allah (c.c.) lafzının yerine, Tanrı kelimesinin istimâl edilemeyeceğine dâir söyleyeceğimiz başka cihetler de var. Ancak makâlemizin genişlememesi ve daha da uzamaması için bu mes’eleyi ileride müstakil bir makâlede ele almayı daha münâsib buluyorum zirâ, Soner Yalçın’ın yazısı üzerinden göstermek istediğimiz ehemmiyetli bir yanlışı daha var.
RÂBİAN :
“’Ulûm’ gazetesinde ‘Lisan ve hatt-ı Turki’, namaz sûrelerinin Türkçeleştirilmesini, Türkçe namaz kılınmasını savundu. Referans kaynağı, İmamı Azam Ebu Hanife‘nin ‘her milletin Kuran-ı kendi diline tercüme ederek ibadet edebileceği’ fetvasıydı…” diye yazmıştı..
Öncelikle hemen belirtelim ki, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe ‘nin (r.a.) bu fetvâsı, yalnızca Farsça içindir. Bu fetvâ’da, Arapça’yı bilmeyen yeni Müslümanların Fâtihâ Sûresini okuyabilecek seviyeye gelinceye kadar, Cennettin de bir lisânı olan Farsça için ruhsat vermiş fakat bunun mekrûh olduğunu da ifâde etmiştir. Ve en önemlisi ise, Ebû Hanîfe (r.a.) daha sonra bu içtihâdından rücû’ etmiştir yâni, dönmüştür. Bunu da bir çok eser rivâyet etmiştir:
- Serahsî, Mebsût, Cilt-1, sh: 73 (103), Gümüşev, 2008; Serahsî, Mebsût, Cilt-1, sh: 37, Beyrût (el-Mebsût eserinde yalnızca ‘mekrûh’ olduğu ifâdesi vardır. İçtihâdından döndüğü haberi ise alttaki eserlerde kayıtlıdır.)
Aşağıdaki kaynaklar Serahsî, Mebsût, (Yayınevi: Gümüşev) eserinden aktarılmıştır.
- Aliyyü’l-Kaarî, Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber (علي القاري، شرح الفقه الأكبر)
- Burhâneddin el-Mergînânî, El-Hidâye, 1/47 ()
- Ekmeleddin el-Bâbertî, el-İnâye şerhu’l-hidâye, 1/201; Fethu’l-Kadîr
- ez-Zeylâ’î, Tebyînu’l-Hakâik,
- Şelebî, Tebyînu’l-Hakâik üzerine yazdığı hâşiye
- Keşfü’l-Pezdevî mine’l-Matâlibi’n-Nefîse, 1/25
- El-Fıkhu’l-İslâmiyyu ve edilletuhu, Prof. Dr. Vehbey Zuhayli, 1/655; Hasan el-Şeybânî, el-Camiu’s-Sagir ve Şerhu en-Nâfiu’l-Kebîr, sh:94
Makâlemizin video anlatımı içinde, Ebû Hanîfe’nin (r.a.) bu içtihâdını ve bu içtihâdından döndüğünü haber veren yerleri, bâzı eserler üzerinden gösterdik.
HÂMİSEN :
Demişti ki: “Bu tarihi gerçeklerin bugün konuşulması kabalıkla hoyratlıkla bastırılıyor!
Çünkü kimileri…
Özle değil şekille uğraşıp, ‘Allah’a din öğretme’ peşinde…” diyerek yazısını bitirmişti.
Bu minvalde daha başka ifâdeleri ve beyânları da olmakla berâber, bu sözlerine karşı söylenecek tek söz; tam bir cehl-i mürekkeb olduğudur.
El-HÂSIL:
Şunu unutmayalım ki, “Allah’u Ekber, Allah’u Ekber, Eşhedu en lâ ilâhe illallah..” yerine “Tanrı uludur, Tanrı uludur, Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı’dan başka yoktur tapacak” demek hiçbir hakîki Mü’minin ve Müslümanın kalbinde ve vicdânında ve rûhunda ma’kes bulmaz, ruhsuzdur ve mânevî râbıtayı da kırmaktır.
İlk kez ezânı duyarak Müslüman olan veya ağlayan ve içlerinin ürperdiğini anlatan gayr-ı müslim çok kişiye tanık olmuşsunuzdur. Bunlarla ilgili videolar var, bulabilirsiniz.. Fakat o ezânı, türkçe veya başka bir dile çevirin, o mânevî te’sîri ve iksiri bozulur. Tanrı Uludur ‘u dinleyen yalnızca şarkı dinlemiş olur.
Hem Kurban bayramlarında Teşrîk Tekbir’leri getirilir. Ezânı Türkçe’leştirmeye taraftar olan, Teşrîk Tekbîrlerini de Türkçeleştirmeye taraftar olur, bu işin ucu oraya da gider. Camii ‘lerde ve her farz namazlarından sonra, Allahu ekber, Allahu ekber, Lâ ilâhe illallahu vallahu ekber yerine Tanrı uludur, Tanrı uludur, Ondan başka Tanrı yoktur. O Tanrı uludur diye Cemaat hâlinde tekbîr getirildiğini hayâl edin!
Hem, Kurban’ı kesmek için yapılan duâlardan sonra da tekbîr getirilir. Kurban’ın başında, Tanrı uludur, Tanrı uludur, Ondan başka Tanrı yoktur. O Tanrı uludur diyerek Kurban kesiminin yapıldığını da hâyâl edin! Ne kadar ruhsuz ve mâneviyatsız, itici ve kabûl edilemez olduğunu buradan da mukâyese edebilirsiniz.
Bir şey daha var ki; ezân’ın Türkçe yâhut Arapça okunması mes’elesi, her şeyden evvel günde beş vakit namazını kılan ve namazını edâ etmek için kulağı ezânda olanları ilgilendirir. Yâni bu mes’ele, onlara âittir..
Selâmet ve hayır ile..
Ersin Miman
[1] Lem’âlar, Onbirinci Lem’â, Altıncı Nükte
[2] Mektûbât, Yirmidokuzuncu Mektûb, Birinci Kısım, Dokuzuncu Nükte
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.