Siyâsî Tercîhimiz Ne Olmalı? Tavsiye Etmek, Hizmete Zarâr Verir mi?

Loading

Öncelikle şunu izâh edelim ki; “siyâsî tercîh” den kastım, devletin yönetim şekli değil, devleti yönetecek kadronun tarafımızdan seçimi bağlamındadır.

Maksâdım, ehemmiyetli olduğunu gördüğüm ve düşündüğüm bâzı husûsları milletimiz ile paylaşmak ve üzerimize düşeni icrâ edebilmektir. Bizden hayırlı bir niyet ve gayret, tevfîk ise ancak Allah’tandır.

Memleketimizi yönetmeye tâlip olan siyâsî partilerin giderek iki cenâhta kümeleştiğini müşâhede ediyoruz. Ve farketmemiz gereken hakîkat ise; bu cenâhların birinde İslâm ve dîne taraftarlık ziyâde iken, diğerinde İslâm ve dîn aleyhtârının ziyâde olduğudur.

Her seçim döneminde olduğu gibi başta sosyal medya olmak üzere yapılan paylaşımlar ve bunlara gelen tenkîdler ve bâzı sivil toplum kuruluşlarından yapılan yazılı açıklamalar ve ilişkilendirdikleri gerekçeler ve gerekçeleri üzerinden vardıkları hükümlere kadar çok şeylere şâhid oluyoruz.

Evet, dîni ve mânevî hizmetlerde dost-düşman tefrîk edilmez, kim gelse dinleyebilir, ihtiyâcı olana yardım edilir. Amma velâkin, bir İslâm memleketini ve içindeki mukaddesâtı ve Müslümanların haklarını ve dîni inanç ve hürriyetlerini kimlerin eline emânet edileceğinin tavsiyesini ve sakındırmasını yapmak da, yine bu memleketin mânevî önderlerine düşer ve milleti aydınlatmak ve nasihatte bulunmak onların üzerine birer mes’ûliyettir.

Böylesi bir nasîhatin yâhûd sakındırmanın, bundan küsecek ve darılacak olanların îmân hakîkatlerinden istifâde etmelerine perde olur düşünülmesi, ‘her zaman def’i şerr, celb-i nef’a râcihdir’ kâidesine ters düşüyor. Zirâ, meçhûle karşı hakîkat mukaddemdir. Eğer zarar veya şerr, içinde oturduğun kalenin selâmetine, umûm milletin ve İslâmiyetin mukadderâtına sirâyet edecek nitelikte ise, o şerr’in def’i, herşeyden evvel ve en öncelikli olur.

Mukaddesâtı muhâfaza kasdıyla, dîne ve mânevî hizmetlere gelecek zarârlara işâret etmek; umûm milletin ve nesl-i âtînin haklarını ve âhiretlerini muhâfaza ve mücâhede-i dîniye de gayret gösterenlerin semerelerini hıfz ve dînî istikâmetin selâmeti için ehline farzdır. 

Hem, Allah’ın Rasûlü (ﷺ) buyuruyor ki: “Ameller, niyetlere göredir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır.” (Sahîh-i Buhârî, Kitâbu Bedi’l-Vahy)

Başta Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân ve kutub-u hadîsiye olmak üzere, Risâle-i Nûr muhteviyâtı ve Bedîüzzaman Hazretlerinin ef’âli, akvâli; bize nasıl hareket etmemiz gerektiğini gösteriyor.

Kardeşlerim, siyâset yapmak başka birşey, partizanlık yapmak daha başka birşey, tavsiye etmek veya sakındırmak ise bambaşka birşeydir. Bunların birbiriyle iltibâs edilmesi (karıştırılması, yer değiştirilmesi) sağlıklı olmayan reaksiyonlara veya davranışlara sebebiyet veriyor.

Bunların ilk ikisi ile hiçbir şekilde iştigâlimiz yoktur. Ne siyâset ile iştigâl etmek ve buna zamân ayırmak, ne de partizanlık derecesinde bir taraftarlık hâli içinde olmak; mânevî hizmetlerle iştigâl edenlere abestir, zarârdır.

Ma’lûmunuz üzere siyâset yapmak, zâten siyâset mesleğinde yürüyenlerin işidir. Biz ehl-i hizmetin ise sürekli siyâset ile alâkadar olması, zihnen ve fikren dâimâ meşgûl olması Hazret-i Üstâd’ımızın da men’ ettiği ve sakındırdığıdır:

“Evet bu küre-i arza me’mûriyetle gönderilen her insân, burada misâfir ve fâni olduğu ve mâhiyeti bir hayât-ı bâkiyeye müteveccih bulunduğu kat’iyyen tahakkuk etmiştir. O her insân, bu zamanda hayât-ı ebedîyesini kurtaracak olan istinâd noktaları sarsıldığından bu dünyasını ve içinde bütün alâkadar ahbâbını ebedî terketmekle berâber, bu dünyâdan binler derece daha mükemmel bir bâki mülkü de kaybetmek veya kazanmak dâvâsı başına açılmış. Eğer îmân vesikası olmazsa ve beratı ve senedi olan i’tikâdı sağlam bir sûrette elde etmezse, o dâvâyı kaybeder. Acaba bu kaybettiği şeyin yerini hangi şey doldurabilir?

İşte bu hakîkata binâen, benim ve kardeşlerimin herbirimizin yüz derece aklı ve fikri ziyâdeleşse, bu muazzam vazîfe-i kudsîyenin hizmetine ancak kâfi gelebilir. Sâir mes’elelere bakmak, bize fuzûlî ve malâyanî olur. Yalnız bu kadar var ki, Risâle-i Nûr şâkirdlerinin bir kısmı öteki dâvâlar içinde bulunduğu ve lüzûmsuz ve sebebsiz bâzan bize akılsızların tecâvüzleri ve taarruzları zamanında zarûret derecesinde, istemeyerek muvakkaten bakmışız.

Hem bu hakîkî ve pek büyük dâvânın hâricindeki dâvâlara ve boğuşmalara alâkadarane fikren ve kalben karışmak zarârlıdır. Çünki böyle geniş ve siyâsî ve heyecân veren dâirelere dikkat eden ve onlarla meşgûl olan bir adam, kısa bir dâire içinde vazîfedâr olduğu ehemmiyetli hizmetlerinden geri kalır veya şevki kırılır. Hem o geniş ve câzibedâr siyâset ve boğuşma dâirelerine dikkat eden, bâzan kapılır; vazîfesini yapamadığı gibi, selâmet-i kalbini ve hüsn-ü niyetini ve istikâmet-i fikrini ve hizmetindeki ihlâsı kaybetmese de o ittihâm altında kalabilir.”  (Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî)

Demek mesleğimiz itibâriyle siyâset ile bu tarzda fikren, zihnen, kalben meşgûliyet zarârdır ancak, dost ve düşmanı tefrîk edemeyecek kadar bîhaber olmak da zarârdır. (bâzan bize akılsızların tecâvüzleri ve taarruzları zamanında zarûret derecesinde, istemeyerek muvakkaten bakmışız.”) Demek ki; şuurlu bir Müslümanın ve bir Nûr Talebesinin, hâdisâtın İslâmiyet ve dîn lehine olup olmadığını, âlem-i İslâmın, ümmetin birliğine, menfaatine bakıp bakmadığını tartacak kadar bilmesi iktizâ eder.

O halde memleketin, dînî hizmetlerin ve müslümanların maslahâtını gözetip hayırlı olanı tavsiye etmenin, zarârlı olandan sakındırmanın yâni İçinizden (insânları) hayra dâvet edecek, ma‘rûfu emreden ve münkeri nehyeden bir ümmet bulunsun” (Âl-i İmrân, 104) meâlindeki âyetin ihtârı ile tavsiye edenler, sakındıranlar bulunacak ve bulunmalı. Bu yapılmadığı takdîrde, iyiliğin kötülük veya kötülüğün iyilik zannedilmesi, hayrın ve şerrin tefrîk edilememesi gibi dehşetli hatalara düşülebileceğine dâir âlimler ikâz etmiştir.

Râgıb el-İsfahânî, “Ma‘rûf, akıl ve şeriatın iyi olarak nitelendirdiği fiilleri, münker de yine aklın ve şeriatın benimsemediği, yadırgadığı şeyleri ifâde eder” demiştir. (el-Müfredât)

Makâle başlığımızda “Siyâsî Tercîhimiz Ne Yönde Olmalı” diye yazdığımızdan, meseleyi icmâlen de olsa buradan ele alalım. Nisâ Sûresi, 5. Âyet ‘de Cenâb-ı Hakk cc buyuruyor:

Meâlen: Allah’ın sizi başına diktiği mallarınızı, aklı ermezlere vermeyin Ve 6. Âyette de Yetimleri deneyin. Akılca olgunlaştıklarını görürseniz mallarını kendilerine teslîm edin diyor.

İlk âyette, bizlerin mes’ûliyetinde olan malları, aklı ermezlere yâni onlara sâhip çıkamayacak olanlara vermeyin ve diğer âyette ise, aklî olgunluğa erişmedikçe yetimlerin mallarını onlara teslîm etmeyin diye buyuruluyor.. Böyle yapmazsanız malların telef olmasına sebep olursunuz..

Peki, dînimiz, mukaddesâtımız, dîn-i hizmetlerimiz ve memleketimiz; bizlerin mes’ûliyetinde olan kudsî birer emânet değil mi?

Malın dahi aklı ermezlere verilmemesi öğütlenirken, bu ulvî emânetlerimizin değer ve kıymetini takdîr edemeyecek olan nâ-ehîllere emânet edilmesi hiç düşünülebilir mi?

Ve Nisâ Sûresi, 58. Âyette meâlen: “Muhakkak Allah Teâlâ size emrediyor ki, emânetleri ehline veriniz.” dediği halde, bütün târihçe-i hayâtları ile zihniyetlerini açıkça göstermiş olan, İslâma ve Müslümanlara yaptıkları zulümleriyle bilinen ve hâlen de bunun alâmetlerini görebildiğimiz bir zihniyete, bu mezkûr ve kudsî emânetleri teslîm edebilir miyiz?

Sahîh-i Buhârî ile Sahîh-i Müslim’de geçen şu hadis ile Allah’ın Rasûlü (ﷺ): “Mü’min aynı delikten iki defa sokulmaz (ısırılmaz)” demesiyle, geçmişten ve yaşananlardan ders alarak istikbâle yürünmesini ihtâr etmiş olmuyor mu?

Bu durumda, emânetlerin doğru ellere ve ehillere verilmesi herkesin üzerine bir mes’ûliyettir ve doğru ellere verebilmek, ma’lûmat sâhibi olmak kadar, basîret ve firâset sâhibi olmayı da ister. Ve bu husûsta nasîhat makâmında olan ehl-i ilmîn tavsiyeleri de, ehl-i îmân için yol gösterici, birleştirici ve kılavuzlayıcı olur. Basîret ve firâsetlerin açılmasına ve’sile olur. Ve ayrıca, Bedîüzzaman Hazretlerinin ve Risâle-i Nûr gibi kudsî bir eserin de bu vazîfeyi deruhde ettiğini görüyoruz.

Evet, Hazret-i Üstâd’ımızın tatbikâtına baktığımızda ve risâlelerin metnine giren bahisleri okuduğumuzda, Üstâd’ımız Bedîüzzaman Hazretlerinin de tavsiye ve nasîhat makâmında siyâsî izâh ve beyânlarının olduğunu ve hatta bu beyânlarında ikâz ve sakındırmaya kadar gidebildiğini görüyoruz ve ayrıca Nûrların tarafgirâne bir vaziyet almamasını salık verdiğini ve ikisinin arasını doğru ayırmamız gerektiğini de anlıyoruz.

“Evet Nûrcular, siyâsetlerle alâkaları olmaz. Yalnız îmân hakîkatlarıyla bütün hayâtları bağlıdır. Şimdiye kadar gizli komiteden, siyâseti dînsizliğe ve zındıkaya âlet edenler, istibdâd-ı mutlakla Nûrcuları ezdiler. İnşâallah bir sebeb çıkar {(Haşiye): Demokrat çıktı, bir derece kırdı.} o istibdâdı kıracak, mâsûm ve mazlûm Nûrcuları kurtaracak. Fakat çok dikkat ve ihtiyat lâzımdır. 

Risâle-i Nûr, dünyâda her cereyânın fevkinde bulunması ve umûmun malı olması cihetiyle, bir tarafa tâbi’ ve dâhil olmaz. Belki mütecâviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyât kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinâd olur. Fakat siyâset hesâbına değil; belki Nûrların intişârı ve maslahâtı hesâbına bâzı kardeşler; Nûrlar nâmına değil, belki kendi şahısları nâmına girebilir. Husûsan mübârek Isparta’nın şimdiye kadar Nûrlar medresesi olması ve muarızların dahi ona çok ilişmemesi noktasında, dâhilde tarafgirâne vaziyet almamak, mu’terizlerin nedâmetine ve hakîkata dönmelerine bir vesîle olabilir. (Emirdâğ Lâhikası-1)

Burada dört husûsiyet karşımıza çıkıyor. Fakat öncelikle “Altın Kuralımızı” hatırlayalım:

Başta Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân olmak üzere, Risâle-i Nûr gibi kudsî metinler ve sâir eserler de dâhil, yalnızca bir âyeti veya cümleyi alıp, bütüne bakmadan o âyeti veya cümleyi/ibâreyi merkez yapıp, diğerlerini karanlığa düşürmek ile yalnızca onu gören aldanır ve gösteren aldatır.

1) Nûrcular, siyâsetlerle alâkaları olmaz. Yalnız îmân hakîkatlarıyla bütün hayâtları bağlıdır.” ve “Risâle-i Nûr, dünyâda her cereyânın fevkinde bulunması ve umûmun malı olması cihetiyle, bir tarafa tâbi’ ve dâhil olmaz.

Bu ifâdeler ‘tavsiye veya sakındırma yapamaz’ demek değildir. Tarafgirâne bir vaziyet alamaz demektir. Yâni bir siyâsetçi gibi veya bir partizan gibi hareket edemez. Peki bunu nereden biliyoruz?

Risâle-i Nûr’un, bu sakındırma ve tavsiyeleri yapmasından ve Bedîüzzaman Hazretlerinin de bunu bilfiil tatbîk etmesinden biliyor ve anlıyoruz. Sırası geldikçe kaydedeceğiz.

2) mütecâviz dînsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyât kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinâd olur.

Demek, potansiyel olarak mütecâviz dinsizler varsa (mütecâviz: Haddi aşan, taarruz eden, hücûm eden, sataşan, saldıran) yâni İslâmiyete taraftar olmayanlar, dînin aleyhinde olanlar, mukaddesâta ve ehl-i îmâna taarruz edenler/edebilecek olanlar olsa, onlar karşısında hak ve hakîkate taraftar olana elbette yardımcı olunur ve onlarla dost da olunur ve onlara ihtiyat kuvveti olarak nokta-i istinâd da olunur. 

Biz Nûr şâkirdleri Üstâdımızın hizmetinde ve mesleğinde bulunduğumuzdan, siyâsetlerle alâkamız yoktur. Fakat Demokratlar Nûrların neşrine müsaadekâr olmaları ve eskiden beri Nûr’un men’ine dâir zulûmleri yapmadıklarından, Demokratın hatırı için seçimlerle alâkadar olduk. Evvelki def’a gibi bu def’a da Nûrcuların epey fâidesi, Demokrat lehine oldu. (Emirdağ Lâhikası-2)

Altın kuralımızı hatırlayın ve bu yeni paragrafı da öncekilerle birleştirin..

3) Fakat siyâset hesâbına değil; belki Nûrların intişârı ve maslahâtı hesâbına bâzı kardeşler; Nûrlar nâmına değil, belki kendi şahısları nâmına girebilir.

Dikkat ederseniz, kendi şahısları nâmına siyâsete girebilir denilen o kardeşlerin, bir Nûr Talebesi olduğunu çevresindeki herkes zâten anlar ve bilir. Buna rağmen Hz. Üstâd bir sakındırma yapmadı, siyâset hesâbına değil, Nûrların intişârı ve maslahatı hesâbına yapabilir dedi.

4) dâhilde tarafgirâne vaziyet almamak, mu’terizlerin nedâmetine ve hakîkata dönmelerine bir vesîle olabilir.

Tarafgirâne vaziyet almak başkadır, tavsiye veya sakındırma yapmak çok daha başkadır. Siyâset ile tarafgirâne iştigâl, o partinin fahrî bir siyâsî mensûbu gibi hareket etmeyi ne’tice verir ki; hizmet ehlinde olmamak lâzım geliyor.

Oysa ‘tavsiye veya sakındırma’ yapmak ise herkese mübahtır, eğer dîne âit tehlike varsa ehl-i ilîm ve ihtisâs sâhipleri için farzdır. Eğer ‘tarafgirâne vaziyet almamak ile’, ‘tavsiye, ikâz, sakındırma’yı iltibâs edersek (karıştırırsak), Risâle-i Nûr’un muhteviyâtında tezatlar ve Bedîüzzaman Hazretlerinin dediği ile yaptığında çelişkiler olduğunu zannederiz. (ikinci maddede kaydettiğimiz Emirdâğ Lâhikası’ndaki alıntıyı hatırlayınız.)

RİSÂLE-İ NÛR ve MÜELLİFİNDEN TAVSİYE ve SAKINDIRMA:

Kalbe ihtâr edilen içtimaî hayâtımıza âit bir hakîkat:

Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihâd-ı İslâm’dır.

İttihâd-ı İslâm Partisi: Yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyâset başına geçebilir. Dîni, siyâsete âlet etmemeğe, belki siyâseti dîne âlet etmeğe çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyâsetin cinâyetine karşı dîni siyâsete âlet etmeğe mecbûr olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır. 

Halk Partisi ise: Hakîkaten acib ve zevkli bir rüşvet-i umûmîyi kanûnlar perdesinde bâzı me’murlara verdikleri için, yirmisekiz senelik bütün cinâyâtıyla başkaların cinâyâtı ve İttihadcıların mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette gâlib hükmündedirler. Çünki ubûdiyetin noksaniyetiyle enâniyet kuvvet bulur, nemrudçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, me’mûriyet hakîkatta bir hizmetkârlık olduğu halde; bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrudçuluk ile nefse gâyet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım me’mûrlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acîb cinâyetlerle ve kendinden olmayan cerîdelerin neşriyâtıyla berâber bana yapılan muamelelerinden hissettim ki, bir cihette mânen Demokratlara gâlib geliyorlar. Halbuki İslâmiyet’in bir kanûn-u esâsîsi olan hadîs-i şerifte سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ   yâni: Me’mûriyet, emîrlik ise reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdân, İslâmiyet’in bu kanûn-u esasîsine dayanabilir.  Çünki kuvvet kanûnda olmazsa şahsa geçer. İstibdâd mutlak keyfî olur.

Millet Partisi ise: Eğer İttihâd-ı İslâm’daki esâs olan İslâmiyet milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezcolmuş bir millet olsa; o Demokrat’ın mânâsındadır. Dîndâr Demokratlara iltihak etmeye mecbûr olur. Firenk illeti tâbir ettiğimiz ırkçılık, unsûrculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu firenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gâyet zevkli ve câzibedâr bir halet-i rûhiye verdiği için pekçok zarârları ve tehlikeleriyle berâber, bu zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyâk gösteriyorlar.

Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin za’fiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başa geçerse; ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakikî Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsûrlardan olanlar; hem hakîkî Türklerin hem hâkimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbûr olacaklar. Çünki İslâmiyet’in bir kanûn-u esâsîsi olan bu âyet-i kerîme: وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى  dır. Yâni, birisinin günâhıyla başkası muahaze ve mes’ûl olmaz. Halbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinâyetiyle masûm bir kardeşini, belki de akrabâsını, belki de aşîretinin efrâdını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakîkî adâlet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulûm de yol bulur. Çünki “Bir mâsûmun hakkı, yüz câniye fedâ edilmez” diye İslâmiyet’in bir kanûn-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mes’ele-i vatanîyedir ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.

Mâdem hakîkat budur, ey dîndâr ve dîne hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin gâyet kuvvetli ve zevkli ve câzibedâr nokta-i istinâdlarına mukâbil, daha ziyâde maddî ve mânevî câzibedâr nokta-i istinâd olan hakâik-i İslâmiyeyi nokta-i istinâd yapmaya mecbûrsunuz. Yoksa sizin yapmadığınız eskiden beri cinâyetleri, nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip; Halkçılar ırkçılığı elde edip, tam sizi mağlûb etmeye bir ihtimâl-i kavî ile hissettim ve İslâmiyet nâmına telâş ediyorum.

(Hâşiye): Eskilerin lüzûmsuz keyfî kânûnları ve sû’-i istimalleri ne’ticesiyle, belki de tahrîkleriyle zuhûr eden Ticânî mes’elesini ve ağır cezâlarını dîndâr Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çâre-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:

Nasıl Ezân-ı Muhammedîye’nin () neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofya’yı da beşyüz sene devâm eden vaziyet-i kudsîyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü te’sîr yapan ve bu vatan ahâlisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risâle-i Nûr’un resmen serbestiyetini dindâr Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahatı da onlara yüklenmez fikrindeyim.

Dîndâr Demokratlar, husûsan Adnan Menderes gibi zâtların hatırları için, otuzbeş seneden beri terkettiğim siyâsete bir-iki gün baktım ve bunu yazdım. Said Nûrsî

(Hâşiye): Üstâd diyor ki: Bu içtimâî, siyâsî mes’ele mücmel olarak ihtâr edildi. Ve tâbiratta lüzûmsuz, zararlı kelimeleri siz tebdîl edebilirsiniz. Merkezlerden münâsib gördüğünüz yerlere sû-i te’sîr yapmamak şartıyla gönderebilirsiniz.  Said Nûrsî  (Emirdâğ Lâhikası-2)

Bu mektûbun muhteviyâtı; tavsiye, ikâz ve sakındırma yaptığına açık bir delîldir. Ayrıca Merkezlerden münâsib gördüğünüz yerlere sû-i te’sîr yapmamak şartıyla gönderebilirsiniz.” denilmesi, ilân edilmesine, duyurulmasına da bir delîldir.

Peki dikkat ettiniz mi?

Kalbe ihtâr edilen … ve Bu içtimâî, siyâsî mes’ele mücmel olarak ihtâr edildi ibârelerine..?

Kim ihtâr ediyor?

Kime ihtâr ediyor?

Neden ihtâr ediyor? 

Neden Risâle-i Nûr’un muhteviyâtına derc ediliyor? 

Bu partiler hakkında yazdırılanlar karşısında, o partilerde nûrlara müştâk olanları acaba küstürmüş olmazlar mı?

İhtârın geldiği o mânevî kaynak ve Bedîüzzaman Hazretleri, bunu düşünememiş, akletmemiş olabilirler mi? (hâşâ sümme hâşâ)

Devâm edelim..

“Otuzbeş seneden beri siyâseti terk eden Üstâdımız Bedîüzzaman Hazretleri, şimdi Kur’ân ve İslâmiyet ve vatan hesâbına bütün kuvvetiyle ve talebeleriyle, dersleriyle Demokrat Parti’nin iktidârda kalmasını muhâfazaya çalıştığına, biz Demokrat Parti mensûbları ve Nûr Talebeleri kat’î kanaatimiz gelmiştir.

Üstâdımızdan, ne için Demokrat Parti’yi muhâfazaya çalıştığını sorduk, cevâben: 

Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidâra gelecek. Halbuki Halk Partisi, İttihâdçıların bozuk kısmının cinâyetleri ve hem cumhûriyetin birinci reisinin Sevr Muâhedesiyle ve çok siyâsî desîselerin icbârıyla, onbeş senede yaptığı icraatının kısm-ı a’zâmı tamâmıyla eski partiye yüklendiği için, bu asîl Türk milleti ihtiyârıyla o partiyi kat’iyyen iktidâra getirmeyecek. Çünki Halk Partisi iktidâra gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatâna hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslümân kat’iyyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslümân hiçbir zaman ecnebîlerle mukâyese edilemez. İşte bunun için hayât-ı içtimaiye ve vatânımıza dehşetli bir tehlike teşkîl eden bu partinin iktidâra gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’ân ve vatân ve İslâmiyet nâmına muhâfazaya çalışıyorum’ dedi.

(…) 

Kur’ân ve vatân ve millet hesâbına, dindâr ve dîne hürmetkâr Demokrat Parti’nin iktidârda kalmasını te’mîn etmeleri için ders veriyorum.’ dedi. (Emirdâğ Lâhikası-2)

Muhâfazaya çalışmak, sa’y ü gayreti; ders vermek ise, nasîhat veya tavsiye etmenin daha ötesindedir. Belki ikâz, ihtâr ve irşâd makâmını gösteriyor. Ve şimdi, daha önce bahsi geçen şu iki satırı yeniden hatırlayalım:

Risâle-i Nûr, dünyâda her cereyânın fevkinde bulunması ve umûmun malı olması cihetiyle, bir tarafa tâbi’ ve dâhil olmaz.”

dâhilde tarafgirâne vaziyet almamak, mu’terizlerin nedâmetine ve hakîkata dönmelerine bir vesîle olabilir.

Bu iki cümle ile birlikte, siyâsî partiler hakkında mânevî bir ihtâr ile Bedîüzzaman Hazretlerine yazdırılanları bir arada düşündüğümüzde, eğer bunu bütünsel olarak göremezsek; bir tezat ve çelişki olduğunu düşünebiliriz.. Oysa ki;

Risâle-i Nûr’un kudsî bir eser olduğunu ve mâhiyetini, vazîfesini ve müellifinin mânevî ihtârlara muhâtâb olduğunu unutmayarak baktığımızda; bu yazılanların her birinin Müslümanlar için yol gösterici ve rehber olduğunu anlayabiliriz. O vakit, ‘siyâsî tarafgirlik’ vazîyeti ile ‘tavsiye, nasîhat veya sakındırma’ makâmını birbirinden tefrîk edip, ayırabiliriz.

Halk Fırkası ve Demokrat Parti ile ilgili Risâle-i Nûr dâhilinde belki yüze yakın bahsedilmesi, farklı farklı cihetlerle zikredilmesi ve bu kadar kesret ile tahşidât; elbette nazar-ı dikkatimizi celb için olmalı.

Hem şu istihrâç ise, daha fazla üzerinde kelâm sarfetmeyi gerekli kılmıyor. Zirâ ikâz, en âlî bir makâmdan geliyor. Velevki bundan emîn olamayan kafalar çıksa, bir Mü’min olarak ihtiyât ve tedbîr ile hareket etmek, azîm zarârlarına mukâbil yine lâzım gelir ve elzemdir.

“Hem meselâ  مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ  cümlesi -şedde sayılmaz- bin üçyüz altmış bir (1361) ederek bu emsâlsiz harbin merhametsiz ve zâlimâne tahribâtına rûmî ve hicrî târihiyle parmak bastığı gibi; aynı zamanda bütün kuvvetleriyle Kur’ân’ın hizmetine çalışan Nûr şâkirdlerinin geniş bir imhâ  plânından ve elîm ve dehşetli bir belâdan ve Denizli hapsinden kurtulmalarına tevâfukla, bir mânâ-yı remzî ile onlara da bakar. ‘Halk’ın şerrinden kendinizi koruyunuz’ gizli bir îmâ ile der.” (Risâle-i Nûr, Şuâlar)

“Sungur Ağabey, ‘Biz Üstâd’ın huzûrunda burayı okurken Üstâd, buradaki ‘halkın’; ‘Halk Fırkası (CHP) olduğunu açıkça ifâde etmişti’ dedi.” (Mustafa Sungur, Nesîl Yayınları)

Bu beyân ve ifâdeler, Müslümanlar için dâimi bir yol gösterici ve aldanmamaları husûsunda da hatırlatıcı mâhiyettedirler. Unutmayalım, İslâma ve dîne hizmet etmeye çalışanlar arasında bir seçim yapmıyoruz! Bir tarafta dîn ve diyânete taraftar, diğer tarafta aleyhtâr olanların da bulunduğu iki grup arasında seçim yapıyoruz. Ehemmiyeti buradan ileri geliyor.

Bir de farklı bir târihselcilik anlayışıyla ‘bu sakındırmalar o döneme âittir’ diyenler var ki; pek ziyâde tehlîkeli ve zarârlıdır.

AĞABEYLERİN, ÂLİMLERİN, MÂNEVÎ KANAAT ÖNDERLERİNİN SEÇİM AÇIKLAMALARI:

Risâle-i Nûr’a derc edilen derslerin ehl-i îmân için birer rehber ve yol gösterici olduklarını unutmamak kaydı ile, aynı dersleri risâlelerle birlikte bir de Hazret-i Üstâd’ımızdan bizzat tahsîl ve taallüm eden ve risâle metinlerine girmeyen ahvâl-i Üstâd’a, beyân-ı Üstâd’a bizzat şâhid olan muhterem ağabeylerimizin geçmişteki seçim açıklamalarını, sâhibü’l-zaman ünvânı ile de tesmiye edilen Bedîüzzaman’ın tarz-ı harekâtıyla ve bu asra Kur’ân’ın bir dersi hükmünde olan Risâle-i Nûr ‘un muhteviyâtıyla gâyet muvâfık ve münâsib ve aynı minvalde olduğunu ve buraya kadar aktardığımız delîllerin ışığında bu açıklamaların siyâset yapma mertebesinde ve makâmında da olmadığını, tavsiye, nasîhat ve sakındırma makâmında olup, bilhassa şu acib zamânda ve lâzım gelen ihtiyâca binâen, menfaatlerini ve maslahatlarını da beyân ve izâh ederek açıkladıklarını görüyoruz. Ve bu mânâda ağabeylerin de kendi üzerlerine düşen vazîfeyi icrâ ettiklerini müşâhede ediyoruz.

Bedîüzzaman Hazretlerinin vekîl ve vâris olarak ta’yîn ettiği ağabeylerimizin, İslâmiyet, dîn, vatan ve memleket ve hatta âlem-i İslâm hesâbına ortaya koydukları ve gerekçelerini de izâh ettikleri seçim açıklamalarının, ümmete yol gösterici mâhiyette olduğunu düşünüyoruz.

Aynı şekilde bu husûsta ümmete tavsiyede bulunmanın, siyâsî tarafgirlik içine girmeden umûm mânevî kanaat önderlerinin, hocaların, âlimlerin de üzerinde bir vecîbe olduğunu zirâ seçim yapılacak iki cenâhın dîn lehine ve aleyhine tarzındaki ayrışmasına mukâbil mukaddesâtı muhâfaza etmek adına ümmeti bilinçlendirmek, ikâz etmek, sakındırmak ve hatta teşvîk etmenin elzem olduğu kanaatini paylaşıyoruz. Buna dâir delîllerimiz de, başta Risâle-i Nûr’un muhteviyâtından aktardıklarımız ve Bedîüzzaman Hazretlerinin de bu husûstaki harekâtlarıdır. 

(!) Tavsiye, ikâz veya sakındırma makâmının dışına çıkılıp, siyâsî tarafgirlik vaziyetini gösterir veya hissettirir tarzda sözlü veya metinsel paylaşımların yapılmasını ise; bu makâlede yazdıklarımız ve Hazret-i Üstâd’ımızın da beyânları doğrultusunda elbette doğru bulmuyoruz. 

el-HÂSIL:

İçinde bulunduğumuz şu zamân ve şartlar, ehl-i ilim ile vazîfedâr eşhâsın tavsiyelerine, nasîhatlerine ve yol göstermelerine şedid ihtiyacın olduğu bir zamandır, zirâ hava puslu ve pusda yolunu bulmakta zorlananlar veya istikâmetini muhâfaza edemeyenler var. Bir de zihinleri daha ziyâde bulanıklaştıranlar var. Yalnızca İslâm’a muhâlif veya mesâfeli kesimlerden değil, ehl-i îmân içinden de İslâm’a ve Müslümanlara zulmedenleri, mütecâviz dinsizleri allayıp-pullayanlar yâhûd şimdilerde parlatmaya çalışanlar var. Demek tavsiye etmeye de, nasîhat etmeye de ziyâde ihtiyaç var.

Ümmetin ortak aklının dalâlette birleşmeyeceğini bize bildiren hadisin de sırrıyla, karşımızda ekseriyet ile ittifâk etmiş ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat var. Kur’ân’ın bize ihtâr ettiği ve yol gösterdiği  âyetleri ve Risâle-i Nûr’un bu mes’eleye bakar bahisleri var. İşte bize istikâmet! Başka yerde aramayınız!

Cenâb-ı Hakk’a cc nihâyetsiz şükürler olsun ki, sâhibü’l-zamân bildiğimiz Bedîüzzaman Said Nûrsî Hazretlerinin yolundan ve Risâle-i Nûr’ların bizlere verdiği derslerin izinden hep berâber yürüyoruz. Nazarımız evvelâ ve en başta dînimiz ve İslâmiyettir ve herşeyi buna göre tartıyoruz.

Şimdi zamân, nazdarlık, küskünlük zamânı değildir. Kapris vakti değildir. 

İslâm’a taraftâr olanlar arasından bir seçim yapmıyoruz ki, yükümüz nisbeten hafîf olsun. Dîn ve mukaddesât açısından, Müslümanların hakları açısından, mânevî ve dîni hizmetler açısından  büyük bir tahribâtın önünü almaya çalışıyoruz. Yoksa hem bize, hem vatana, hem millete çok ziyâde zarârları olacak. 

Bu nedenle Bedîüzzaman Hazretleri, Nûr Talebelerine sâdece tavsiye veya ikâz da bulunmadı, onları teşvîk dahi etti. “Üstâdımız mânen ve maddeten Demokrat Parti’ye yardım için talebelerini hafifçe teşvîk etmişti.” (Emirdâğ Lâhikası-2), “Bedîüzzaman Hazretleri, şimdi Kur’ân ve İslâmiyet ve vatân hesâbına bütün kuvvetiyle ve talebeleriyle, dersleriyle Demokrat Parti’nin iktidârda kalmasını muhâfazaya çalıştığına…” (Emirdâğ Lâhikası-2) bize yol gösteriyor.

Hem ayrıca unutmamalıdır ki;

“Zerrâtı günâhkârlardan mürekkeb bir hükûmet, tamâmıyla mâsûm olamaz. Demek nokta-i nazâr, hükûmetin hasenâtı seyyiâtına tereccûhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhâl-i âdidir. Ben öyle adamlara, anarşist nazârıyla bakıyorum. Zirâ onlardan birisi -Allah etmesin- bin sene yaşayacak olsa, âdeta mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülyâ ile yine râzı olmayacak. Şu hülyânın ne’tîcesi olan meylü’t-tahrîb ile o sûreti bozmağa çalışacak. {*: Ki, komünist ve anarşist mânâsıyla Kemalizm ve inkılâb softaları ve dönmeleri görmüş gibi haber veriyor.}” (Münâzarât)

Hâsılı, herkes kendi fikrini söylemekte ve kendi mesleğinin muhabbeti ile hareket etmekte elbette serbesttir fakat başkalarını ithâm etmeden, tehdît dili sarf etmeden ve toplumda huzur ve barışın zemînini oluşturmayı önceleyerek…

Belki şu zamanda en mühim hizmet; sulh ve barışı, uhuvvet ve ittihâdı sağlamaktır.

Cenâb-ı Hakk’ın cc ihsânı ve inâyeti üzerinize, üzerimize olsun..
Herbirinize binler selâm eder, duâlarınızı beklerim..
Ersin Miman