Mektubat’tan, ikinci mektup:
“Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cerr etmekle ittiham ediyorlar. “İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzib lâzımdır.”
Zikredilen, kastedilen yine ehl-i ilimdir. Evet her Risale-i Nur talebesi ehl-i ilim ise de, burada mâişetleri için çalışmayan yalnız hizmet-i diniye ile meşgûl olup kendilerinden hakaik-i iman dersleri alınan ve İslâmiyetin esasları ve ahkâmları tâlim edilen zevattır.
“İkincisi: Neşr-i hak için Enbiyaya ittiba’ etmekle mükellefiz..”
“neşr-i hak” hizmetinde bulunan yine bir üstte bahsedilmiş zevattır ve bu hizmetlerin karşılığında nâs’dan hiçbir ücret almadan, beklemeden اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ düsturunca amel etmeye bu zamanda mükellefiyet olduğunu…
“Üçüncüsü: Birinci Söz’de beyan edildiği gibi: Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır. Halbuki ekseriya ya veren gafildir; kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün’im-i Hakikî’ye ait şükrü, senayı, zahirî esbaba verir, hata eder.”
Bu zamanın gafleti içinde menfaatperest yaşayan ekser nâs, Allah namına vermediği ve minnet ettirdiği için, bu zamanın evhamlı ve endişe-i istikbâl illetine ma’ruz ekser ehl-i ilim’i de aldatır, hakiki şükrü zahirine çevirebilir demekle ehl-i ilmi îkaz…
“Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisad öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şey ile değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem. Rezzak-ı Zülcelal’e yüzbinler şükrediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinaden, bakiyye-i ömrümü de o kaide ile geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum.”
Elhâsıl, Üstadımız sadaka ve bu nev’deki hediyeleri almayıp, reçete olarak tevekkül, kanaat ve iktisadı salık veriyor.
“Altıncısı: ve istiğna sebebinin en mühimmi: Mezhebimizce en mu’teber olan İbn-i Hacer diyor ki: “Salahat niyetiyle sana verilen bir şeyi, sâlih olmazsan kabul etmek haramdır.” 18
Dikkat edelim, salâhat niyetiyle yâni Sâlih addedip veriliyor. Yâni mâişet cihetiyle değil sırf âhiret için çalışan makâmat sahibi, duâsı makbûl bir Veli kul niyetiyle takdîm edilen kişidir. Buradan anlaşılıyor ki, Mü’minler arasındaki hediyeleşme kâbilinden değil, ayrıcalıklı ve özellikle Sâlih bir kimse makâmında olanlara verilmek istenen sadaka veya o nev’deki hediyelerdir.
Buraya kadar Üstadımızın izahlarında îkaz ve ihtarlarında muhâtabın ehl-i ilim ve ûlemâ-i din olduğunu, mâişet için dünyayı terk etmiş, irşâd-ı nas ve neşr-i hak ve dinde çalışanlara hitap ettiğini anlıyoruz.
Hem buraya kadar sadaka nev’i ile Mü’minlerin arasındaki hediyeleşmenin farklılıklarını da anlamış oluyoruz.
- Mâişeti için çalışmadığından, ehl-i ilim’e bu nev’de verilen sadaka vb. hediyelerdir.
- Sâlih bir zât diyerek, duasını almak için eli boş gitmemek ile verilmek istenen hediyelerdir.
- Mü’minler kendi aralarında birbirlerine olan muhabbetlerini izhâr etmek için yaptıkları hediyeleşmedir.
Eğer denilse, Risale-i Nur okuyanlar da ehl-i ilim’dir, ehl-i ilim sayılırlar.
Evet öyledir ancak dereceleri vardır. Her Risale-i Nur okuyan demek değildir. Daire-i İslâmiyet içinde ehl-i ilim, ûlemâ-i din kimlere denir bakalım.
Ehl-i İlim kimlerdir :
“…kâinat Hâlıkının marziyatını kullarına bildirecek âyât u beyyinatı tefsir ve izah edecek mütehassıs ehl-i ilmin bulunması zaruretine binaen her asırda binler müdakkik ehl-i ilim, yüz binlere varan Kur’anın tefsirlerini meydana getirerek asırları Kur’anın nuruyla ışıklandırmışlardır. “ 19
Ulemâ : Âlimler, bilginler, ilim sâhipleri [Osmanlıca Türkçe Büyük Lûgat, Yeni Asya]
Ulemâ : Âlimler; Yüksek ilim ve fıkıh âlimleri [Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lûgat, Abdullah Yeğin]
Ulemâ : Âlimler, ilim sahipleri, bilginler; (evvelce müderris, kadı gibi ilmiye mensuplarına denirdi) [Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ferit Devellioğlu]
Ulemâ : Âlim [Kâmûs-i Türki, Şemseddin Sâmi]
Âlim : Bilen, bilgili, bilgiç; İlmi ile iştigâl edenler, ulûm-u mütenevvia’ya âşina olanlar: ulemâ-i fakih, ulemâ-i heyet; Târik-i tedris ve kazâya mensub olup zi (kılık, kıyafet, elbise) ve kıyafet mahsusada bulunanlar [Kâmûs-i Türki, Şemseddin Sâmi]
Ehl-i ilim : İlim adamları, âlimler, bilginler [Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ferit Devellioğlu]
Ehl-i ilim : Âlimler; Hakâik-i imâniye dersini veren, beşeri irşâd eden, neşr-i dine çalışan mütehassıs, ma’rifet ve vukufiyet sâhibi, uzmanlaşmış kişiler.
Eğer yine denilse, Yirmi birinci lem’ada deniyor ki, bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatlı bir âlimi olabilir.
Evet, pek kısa bir zaman içinde hakâik-i imâniye dersini bu derece öğreten ve gösteren bir eserden alınan ders-i hakikat elbette yüksek mevkîleri kazandırır. Ancak tek şart bu değil.
Bu satırlardan anladığımız sadaka ve hediye almayan, almaması lâzım gelen zevât; ulûm-u diniye’de mütehassıs ve vukûfiyetli olup, neşr-i dinde çalışan, beşeri irşâd eden ve kendisinden istifade edilen şahıslara (dünyayı terk etsin, etmesin) isnâddır.
Yoksa bu mertebede veya temsil makâmında olmayan ve birbirine olan muhabbetten neş’et eden ve kalpteki sevgiden süzülerek takdîmleşilmiş hediyeler değildir. Bu nev’deki hediyeleşme sünnettir. Mukâbele edilmesi de sünnettir.
Üstadımızın talebelerini men etmesine gelince…
Afyon Ağır Ceza Mahmekesine, Mehmet Feyzi Pamukçu :
“Hem Üstadım eskiden beri izzet-i ilmiyeyi muhafaza için, sadaka ve hediye gibi şeyleri kabul etmediği gibi talebelerini de men’eder. Kimseye başını eğmez.” 20
Tarihçe-i Hayat, ilk hayatı :
“Yanında bulunan talebelerini aynı kendisi gibi zekat ve hediye almaktan men’etmek. Onları da yalnız rıza-yı İlahî için çalıştırırdı. Hattâ çok zamanlar, talebelerini kendi iaşe ederdi.“ 21
“S- Misafirperverlik müstahsen bir âdetimiz olduğunu bilirken, neden kimseye misafir olmuyorsun? Talebelerinizi de ekmeğimizi yemekten, hediyemizi almaktan men’ ediyorsun. Halbuki size iyilik etmek borcumuzdur ve hakkınızdır. İşte şu âdetimiz قَدْ اَكَلَ الدَّهْرُ عَلَيْهَا وَ شَرِبَ Neden şu âdet-i müstemirreyi tezyif ediyorsun?
C- Evvela: İlim azizdir, zelil etmek istemem. Hem de size göstermek isterim ki: Bir kısım ehl-i ilim vardır ki; dünyaya tenezzül etmez ve san’at-ı ilmi, medar-ı maişet etmez. Talebe ise, cerrar ve seeleden ayrıdır.” 22
Üstadımızın bilhassa Emirdağ Lâhikasında isimlerin zikrettiği talebeleri vârisleridir. Risale-i Nur hizmetlerinde bu ağabeylerimizin, Hz. Üstadımızdan sonra aynı ciddiyette hizmeti te’sis etmekte bu kâideye ittiba etmeleri elzemdir. Hârici zaten düşünülemez. Bilhassa Üstadımızdan sonra hizmetlerin inkişâfında ve dünyaya yayılmasında aynı titizlik ve dikkat ve ihlâs lazımdır ki, bu cihetten hücûma ma’ruz kalınmasın. Neşr-i din hizmeti sâfiyeliğini muhâfaza etsin.
Elbette Üstadımız talebelerini de bu cihette yetiştirecek, hem hizmete hem kendilerine karşı ehl-i dalâletin hücumuna kapılar açtırmayacaktır. Lâkin Üstadımızdan sonra talebeleri olan ağabeylerimiz de bu hizmeti, Üstadımızı da temsil makâmında ifâ etmişlerdir ve edeceklerdir. Bu düstura ittiba tabiîdir, doğaldır.
Ayrıca ulûm-u diniye’de mütehassıs ve vukûfiyetli olan veya Risale-i Nûr’dan ders almış ve yetişmiş ve hakâik-i imâniye’yi ve ahkâm-ı İslâmiye’yi ders verenler, neşr-i dinde çalışanlar, beşeri irşâd makâmında oturan veya Cemaati ya da hizmeti temsîl makâmında görülenler için, Üstadımızın zikrettiği nedenlerle hediye almaktan içtinâb etmeğe azâmi gayret göstermelidirler.
Sadaka vb. hediyeleri almayan Üstadımızın buna bakar iki ikaz ve izâhını da istifade için buraya yazıyorum, sonrasında sadedimize dönelim.
“Hattâ ben, fakir ve muhtaç olduğum ve zâhid ve sofi ve riyazetçi olmadığım ve büyük bir şeref ve haysiyet ve hanedanlık haysiyetinden, şan ü şerefinden hissedar olmadığım halde, -tarihçe-i hayatımda yazıldığı gibi- küçükten beri halkların mallarını, hediyelerini kabul edemiyordum; ihtiyacımı izhara tenezzül edemiyordum. Beni bilenler gibi, ben de çok hayret ederdim. Şimdi hassaten birkaç sene zarfında anlaşıldı ki, Risale-i Nur’un dehşetli bir mücahedesinde, tama’ ve mal yüzünden mağlub olmamak ve itiraz gelmemek için o halet-i ruhiye bize ihsan edilmişti. Yoksa düşmanlarım, o cihetten büyük bir darbe indirecektiler…” 23
“Eski Said’in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediğinin ve Kürdistan âdeti talebelerin tayinatı ahalinin evlerinden verildiği ve zekatla masrafları yapıldığı halde, Said hiç bir vakit tayin almağa gitmediğinin ve zekatı dahi bilerek almadığının bir hikmeti, şimdi kat’î kanaatımla şudur ki: Âhir ömrümde Risale-i Nur gibi sırf imanî ve uhrevî bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menafi’-i şahsiyeye vesile yapmamak için o makbul âdete ve o zararsız seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr u zarureti kabul edip elini insanlara açmamak haleti verilmişti ki, Risale-i Nur’un hakikî bir kuvveti olan hakikî ihlas kırılmasın. Ve bunda bir işaret-i manevî hissediyordum ki: Gelecek zamanda maişet derdiyle ehl-i ilmin mağlubiyeti, bu ihtiyaçtan gelecektir.” 24
Şimdi kendimizi kıyaslayalım,
√ Sizce herkesin veya her Risale-i Nur okuyanın yukarıda zikredilen ulemâ, âlimlik gibi bir vasfı var mı?
√ Peki bizler dünyayı terk etmek ile sırf uhrevi hizmetler için yaşayanlardan mıyız?
√ Sizce kaç kardeşlerimiz bu makâmatta bulunuyor?
√ Bize takdim edilen hediyeler geçimimiz, mâişetimiz için mi bize veriliyor?
√ Bizi sâlih, evliya zannedip dua’mızı almak için midir?
√ Peki, herbirimiz hakâik-i din neşrinde bizzat en önde olan bir temsîl makamında mıyız?
√ Sizce, bize hediyesini takdim edenin maksadı ne olabilir?
Ehl-i ilmin hediye almasında bir mahsur olmadığı halde cümlesi, evet halk onların mâişetlerini te’min etmede mes’ûldürler. Fakat her Risale-i Nur okuyanın maişetini te’min etmeğe mes’ûl değildirler. Hediye, sadaka vb. şeyleri almaktan içtinâb etmek, Risale-i Nur okuyan herkes demek değildir, herkesin de kendine bunu tatbik etmesiyle “bizde hediye almak yoktur, biz hediye almayız” demesi hiç değildir. Lâkin sünnete muhâliftir. Bu makâm ve şartlarda bulunanlara hâizdir. Yoksa kalp ve gönülleri ısındırmak vesilesi olan hediyeleşmeyi, mukâbelesi ile kabul etmek sünnetir.
“Ahz u kabulden bir zarar-ı dinî ve bir mahzur-u şer’î olmayan ve mesnun olan hediye ve behiyeleri de kabul etmekten çekinmiş ve kaçınmıştır.” 25
Bu satır da pek önemli : Hediye ve behiyelerin kabûlünde hiçbir sakınca olmadığı ve şer’anda câiz olduğunu bilelim. Mü’minlerin arasında sevgi ve muhabbetin bir izhârı olan karşılıklı hediyeleşme sünnetinin ise mâişet için olmadığını hatırlayalım. Ancak Üstadımızın, ehl-i ilmi de îkaz ederek içtinâb etmesi ve ettirmesi, önceki sayfalarda izâh ettiği mezkûr sebepler tahtındadır.
Bir husus daha vardır ki, pek önemlidir. Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri, Peygamberimizin (aleyhissalâtu vesselâm) vârisidir ve ehl-i beyttendir. Ehl-i beyt olması hasebiyle اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ düsturu ile hareket ederek, bu sünnete ittiba etmiştir, sadaka ve bu nev’de ki hediyeleri kabul etmemiştir.
[kitapçığın devâmını okumak için alttaki sayfa numaralarını tıklayınız]
—————————-
18: Mektûbât, İkinci Mektûb
19: Konferans, Envar Neşriyat, sh: 139
20: Şuâlar, Ondördüncü Şuâ, Envâr Neşriyat, sh: 561
21: Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyat, sh: 48
22: Münâzarât, Eski Said’in aşairin sûallerine verdiği cevablar
23: Emirdağ Lâhikası-1, Envar Neşriyat, sh: 55
24: Emirdağ Lâhikası-2, Envar Neşriyat, sh: 75
25: Konferans, Envar Neşriyat, sh: 103
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.