Millî Mücâdele’de Bedîüzzaman Hazretlerine İ’tirâz edenlere…

Loading


İşte 19 Şubat 1335/1919 tarihli bir Osmanlı Belgesi,
Burada kurucular belirtilmekle birlikte,
Bedîüzzaman ismi yine mevcût değildir.

Kuruluşunu tamamlayan cemiyet şu şekilde bir görev bölümü yapmıştı:

Başkan : Seyyid Abdülkadir

Başkan Yardımcıları : Emin Ali Bedirhan ve Baban-zâde Mustafa Zihni Paşa

Kâtip : Baban-zâde Abdülaziz, Seyyid Abdullah, Seyyid Şefik Arvasî.

Kurucu Üyeler : Mehmed Ali Bedirhan, Süleymaniyeli Mehmed Emin Bey, Said Molla, (Kurucu değil, sonradan Genel idare Kuruluna girmişti), Hoca Ali Efendi, Babanzâde Şükrü, Babanzâde Fuat, Fethullah Efendi ve Dr. Mehmed Şükrü Sekban.

“Bedîüzzaman hiçbir zaman Kürdistan Teâlî Cemiyetinin kurucuları arasında yer almamıştır. Bedîüzzaman Said Nursî’nin ifadelerine örnek olarak cemiyetin davet teklifine verdiği cevabi mektubunda, Devlet-i Aliyye’yi yeniden diriltmek için yapılacak her türlü hareketin içinde yer almaya hazır olduğunu, ancak Kürd Devleti tahayyülünün sadece İslâm düşmanlarının işine yarayacağını ifade etmesi örnek gösterilmiştir. Kaldı ki, hem Osmanlı belgeleri, hem Cumhuriyet döneminde İstiklal Mahkemelerinin İstanbul Emniyetinden aldığı belgeler ve hem de İstiklal Mahkemeleri dosyaları Bedîüzzaman’ın bu dernekle alakası olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.” 16

Detaylarıyla okumak ve incelemek isteyenler ilgili esere müracaat edebilirler.

Elhâsıl, İstiklâl Mahkemeleri dahil, hiçbir mahkemenin Bedîüzzaman Hazretlerini Kürd Teâlî Cemiyeti’ni kurmakla veya üyesi olmakla veya icraatlarına iştirâk etmekle ithâm etmemesi ve edememesi gösteriyor ki; Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinin bu cemiyetlerle herhangi bir bağı, temâsı yok idi. Yoksa hücûm etmek için her türlü iftirâyı kullanan ve çekinmeden yapan bir zihniyet, eğer imkân olsa idi, bu hususta da tüm gücüyle taarruz edecekti. İdâmına sebep bulamadıkları için gizliden ondokuz def’a zehirledikleri Bedîüzzaman’ı, bu gibi sebeplerle idâm etmeye hemen teşebbüs ederlerdi, ederlerdi amma, yapamadılar. Demek hiçbir delil ve kanıt ve bir bağ yoktu ki, yapılabilsin.

Gelelim üyeleri arasında zikredilen Said Molla’ya:

Kürd Te’âlî Cemiyeti’nin üyeleri içinde Said Molla ismi vardır, ancak bu Said Molla, meşhûr Bedîüzzaman Said Nursî değildir; Said Molla ise, Osmanlı devlet adamı, Şûra-i Devlet Bidayet Mahkemesi üyesi, Adâlet Bakanlığı Müsteşarıdır. Mütâreke Dönemi’nde (1918-1922) Türk Millî Mücadelesi’ne muhâlefeti ve İngiliz taraftarlığıyla öne çıkmış bir isimdir. Yüzellilikler arasında yer alır (Yüzellilikler: Türkiye Cumhuriyeti’nden Kurtuluş Savaşı sonrası sürgün edilen ve düşman işbirlikçisi görülen, hepsi üst düzey makamlarda yer alan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına verilen isimdir. İçişleri Bakanlığı tarafından oluşturulan 150 kişilik bir listedir. Said Molla bu liste içindedir.)

“İngiliz Sevenler Derneğinin bu açık çalışmaları yanı sıra, Rahip Frew ve ajan Sait Molla bir yeraltı faaliyetini sürdürmüşlerdir. Sait Molla’nın üstad dediği Rahip Frew’a yazdığı ele geçen belgeler 1919 ve 1920 yıllarındaki iç isyanlarda bunların oynadığı rolü apaçık gözler önüne sermiştir.” 17

Said Molla:
“1880 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Anadolu Kazaskeri Mustafa Neşet Molla’nın oğlu, II.Abdülhamit devri şeyhülislâm Cemalettin Efendi’nin yeğenidir.

Ravza-i Terakki, Şems-ül Maarif ve Numûne-i Terakki okullarında eğitim gördü. 1892’den itibaren saray ve ilim adamlarına verilen “tarik maaşını” almaya başladı. Öğrenimine Medreset-ül Kuzat’ta (Kadı mektebi) devam etti. 1900 yılında Mektubî-i Meşihat-ı Ulya Kalemi Hulefalığı’na ve 1902 yılında da bu göreve ilaveten Bâb-ı Fetva Sicil Kalemi Müdür Muavinliği’ne tayin edildi. 1903 yılında Medreset-ül Kuzat’tan mezun olduktan sonra eğitimini Fatih Camii müderrisi Tokatlı Şakir Efendi’nin yanında sürdürdü ve icazetname almaya hak kazandı.

1904 yılında Küçük Çekmece Kadı Vekilliği’ne, aynı yıl içinde ayrıca Şura-yı Devlet Bidayet Mahkemesi Aza Mülâzımlığı’na atandı. 1908 yılında Şura-yı Devlet İstinaf Mahkemesi Azalığı’na terfi etti. 1909 yılında bu görevden ayrılarak Galata Kadı Müşavirliği’ne atandı. 1910 yılında Mahşer adlı bir gazete çıkarması ve beyannameler yayımlaması üzerine Divân-ı Harb-i Örfî tarafından 2 ay hapse mahkûm edildi ve görevden alındı.

1912 yılında Mahkeme-i Evkâf Kadı Muavinliği’ne, 1913 yılında da Anadolu Kazaskerliği Müşavirliği’ne tayin edildi. 1915 yılında Osmanlı Devleti’nin bütün mahkemelerinde avukatlık yapabilme hakkı kazanarak avukat oldu.

1918 yılı sonunda Yeni İstanbul (Türkçe İstanbul) gazetesini yayınladı. Gazetenin 9 Kasım 1918 tarihli ilk sayısında “İngiltere ve Biz” adlı bir yazı yayınlayan Sait Molla, 1919 yılında İngiliz Muhipler Cemiyeti’ni kurarak cemiyetin başkanlığını yaptı. 1920 yılında bir süre Adliye Müsteşarlığı görevinde bulundu.”18

Bu hakîkatleri bilmeyen kıymetli okuyucularımız, sizlerin de farkettiği üzere Bedîüzzaman Hazretlerini kim olarak göstermeye çalışıyorlar, bakınız, görünüz. Peki bu kalem oynatanların vicdanları nerede, taşıdıkları kalpleri ne hâle gelmiş görüyorsunuz, zihinlerindeki oyunlarına bakınız, daha bunların hangi birisine inanılır ve arkasından gidilir. Kendi milletine dürüst olmayan ve olamayan fıtratlar, sizi de aldatırlar. Lâkin zâten onlar sizleri aldatmak istiyor, bizleri değil. Bizler zâten çok şükür ki, Bedîüzzaman Hazretlerinin keyfiyetini bilenlerdeniz.

Devâmında yazmış….

Kuvvacı din adamları, işgallere karşı halkı örgütlemek için düzenlenen yerel kongrelere katılırken Said-i Nursi nerededir? O günlerde Said-i Nursi İstanbul’da Kurtuluş Savaşı’yla ilgisi olmayan Müderrisler Cemiyeti (Teali İslam Cemiyeti), Yeşilay Cemiyeti ve Darül Hikmet’ül İslam gibi örgütlerde, kuruluşlarda yer almıştır.

İnsanın nazarı ve fikri yalnızca maddîyata müteveccih ve sahası olmayan işlere de ancak sathî bir nazarla bakabilir olursa, elbette bu gayretlerin keyfiyetini, mâhiyetini ve esâsâtını anlayabilmesi de mümkün olamaz. Veya kasıtlı olarak, (güyâ) ne kadar gereksiz işler var, millî mücâdele gibi bir hengamda onlarla iştigâl ediyormuş izlenimini zihinlere ve kalplere yerleştirmeye teşebbüs eder.

Önce kalp ve vicdanlarımıza tasdîk ettirelim ki, bizler Müslümanız, Mü’miniz. Âhiretimizi hiçbir şeye fedâ etmeyiz. Ne Allah’tan (c.c.), ne Peygamber aleyhissalâtu vesselâm’dan, ne de Kur’ân’dan vazgeçmeyiz. Dünya kurulduğundan beri hak ile bâtıl arasındaki mücâdeleyi, îmân ile küfür arasındaki çarpışmayı iyi biliriz. Îmânın ne demek olduğunu ve günahların da neticesini Kur’ân’ın irşâdıyla, Peygamber Aleyhissalâtu vesselâm’ın ihtârıyla pek iyi bellemişiz. Şu zeminde halk edilmemizin, yaratılmamızın en esas gâyesi ve neticesi Hâlıkımızı bilmek ve tanımak ve marziyatı dâiresinde hareket etmek ile rızâsını tahsîl etmek olduğunu da ders almışız. O vakit mes’eleye şimdi şu noktadan bakacağız ki, iyice anlaşılsın.

İngiliz Müstemlekât Nâzırı Gladiston’un, Lordlar Kamarası’nda elinde Kur’ân ile kürsüye çıkarak (1899), “Bu Kur’ân Müslümanların elinde olduğu müddetçe, biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ne yapıp etmeli, bu Kur’ân’ı ortadan kaldırmalı veyahut Onları Kur’ân’dan soğutmalıyız” demesi ve bu beyânâtının gazetelerde çıkması ile birlikte mes’elenin yalnızca toprak kapma hâdisesi olmadığını ve bu hâin niyetleriyle birlikte Müslümanları Kur’ân’dan soğutacak ve onları sefâhete alıştıracak mânevî bir savaşı da yürütmek en büyük gâye ve emelleri olduğunu çok iyi biliyoruz. Öyle de oldu lâkin, Osmanlı’yı yıkmanın ve bir daha dirilmemesini sağlamanın yegâne çözümünün maddî bir zafer ile değil, Müslümanların mânevî bir mağlûbiyeti ile ancak mümkün olabileceğini ve bu nedenle de Müslümanların mânevîyatlarını tahrîb ederek hakîki gâlibiyeti ancak elde edebileceklerini iyi biliyorlardı. Bu nedenle İstanbul’u işgâl eder etmez, müskirleri (içkileri) rum kızları vâsıtasıyla halkın içine yâni Ümmet-i Muhammed’in içine soktular ve daha nice sefâhet ve günahları da bulaştırdılar. Bütün bunlara karşı biryandan da bu mücâdeleyi vermek ve onlarla mânevî alanda da savaşmak icâb ediyordu ki, nesillerin îmânları tehlikeye düşmesin, bu fâni ve geçici dünyaya bedel, ebedî ve dâimî hayatlarını kaybetmesinler!

İşte bu kurulan dernekler, bu cihetten gelen mânevî hücûmlara karşı bir siper ve yara alan ehl-i îmânın îmânlarına birer ilaç idi.

Bir Müslümanın îmândan daha büyük ve kıymetli hiçbir şeyinin olmadığını lâkin, ebedî Cennet’in kapılarının ancak îmân ile açıldığını unutmamak lâzım gelir.

Bu teşkilâtlar içinde bihassa Dâr-ül-Hikmet-il-İslâmiye’nin yeri ve mâhiyeti ise çok daha başkadır. Şimdi mâhiyetlerini kısaca arz edelim.

Müderrisler Cemiyeti (Teali İslam Cemiyeti): “Medrese hocaları, dînî ilimlerle ilgilenenler ve İslâmiyet’in yücelmesinin gereklerine inanmış gönüllülerden oluşan bu cemiyet, eğitim yöntemlerini uygulayarak Müslümanlara ilim ve İslâmiyet’i sevdirmeyi, öğrenmeye teşvik etmeyi, İslâmiyet konusunda yeterli bilgisi olan ve çağın ihtiyaçlarını bilip anlayabilecek derecede fen bilimleriyle uğraşan öğrenciler yetiştirmeyi ve onların maddî ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlamıştır.”19

Demek halkı irşâd vazifesi niyetiyle faaliyete geçmiş…. Yalnız siyâsete temâsı olmasından dolayı Bedîüzzaman Hazretleri ilerleyen zamanlarda bu Cemiyetten ayrılacaktır ve ayrılmıştır.

Hilâl-i Ahdar (Yeşilay) Cemiyeti: “Milletimizin, işgâl edilen vatanımızı kurtarma konusundaki gayreti, fedakârlığı düşmanları tarafından biliniyordu. Anadolu’nun her yanında milis kuvvetler oluşturuluyor, müstevlilerin yurttan kovulması için gerekli olan ordunun çekirdek kadroları oluşturuluyordu. Milletin istiklâl mücâdelesi için gösterdiği azim ve gayreti kırmak için işgâlcilerde boş durmuyordu. Özellikle İngilizler gemilerle getirdikleri içki ve uyuşturucuları kıyı kentlerinde rum kadın ve kızlarını da kullanarak bu içkilerin Türk gençleri arasında yayılmasını sağlıyorlardı. Bunların gâyesi uyuşturulmuş beyinli, geleceği düşünmeyen, yurt savunmasına katılmayan, vatan elden gitmiş ne olur ki diyebilecek, duygusuz, hissiz, başıboş, eyyamcı, serseri bir gençliğin oluşması içindi, bu düşmanın işini kolaylaştıracaktı.

Düşmanın bu faaliyeti netice vermeye başlamıştı. Bunu gören, hisseden Türk münevverleri bu zararlı alışkanlıkla mücâdele etmek amacıyla 5 Mart 1920’de içlerinde Bediüzzaman Said Nursi’nin de bulunduğu hamiyetperver vatan sevdalıları olan; Fahrettin Kerim Gökay, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Velid Ebuzziya, Eşref Edib, Mazhar Osman vs.ler bu teşkilâtı kurmuşlar ve çalışmalara başlamışlardır.”20

Dâr-ül-Hikmet-il-İslâmiye: “12 Ağustos 1334 (25 Ağustos 1918) tarihinde V.Mehmet Reşat ve Şeyhül-İslâm Musa Kâzım Efendi’nin zamanında kurulmuştur.

Bu teşkilât, son devirlerde gerek imparatorluk ve gerekse İslâm Âleminde ortaya çıkan bir takım dinî meselelerin halli ve İslâm’a yapılan hücumların İslâm ahkâmına göre cevaplandırılması için kurulmuştur.

Ayrıca halkın her türlü dinî ihtiyaçlarını ilmî bir metodla yerine getirmek için her türlü neşriyat ve beyannameleri ele almakta ve halkımızı iç ve dış tehlikelere karşı tenvîr etmekteydi.

Yabancıların sorduğu suallere, komisyonlarda görüşülmek suretiyle resmen cevap verildiği gibi (…) basında İslâm’a yapılan hücumlara ve İslâmı, hurafeler dinî gibi göstermeye çalışan yazarlara da gerekli cevaplar veriliyordu.” 21

Bedîüzzaman Hazretleri bu üç cemiyet içinde bilhassa Müderrisler Cemiyeti ve Dâr-ül-Hikmet-il-İslâmiye üyesi iken, ehl-i imânın zihinlerini ve kalplerini karıştırmaya yönelik ortaya atılan suâllere verdiği cevâblar ile ehemmiyetli hizmetlerde bulunmuştur. Bu suâllere verdiği cevâbları da o dönemin bâzı eserleri içinde (meselâ Tulû’ât adlı eseri) neşretmiştir.

Demek bir İslâm âlimi, elbette en mühim ve en büyük ve en ehemmiyetli ve en kıymettâr mevkiide olan îmân hizmetini en esas maksad yapacak ve de yapmış.

Gerçek din adamları cephede savaşırken hür adam neredeydi?

Bu ‘Kuvvacı din adamları’ Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal’le birlikte ‘Ya istiklal ya ölüm’ parolası doğrultusunda ‘vatan ve namus’ mücadelesi verirken Said-i Nursi nerededir? O günlerde Said-i Nursi “Sunuhat” (1920),“Hakikat Çekirdekleri” (1920), “Nokta” (1921), “Rumuz”(1922) gibi risaleler (küçük kitaplar) kaleme almakla meşguldü.[Mardin, age, s.145,146.]

O günlerde İngilizlerin planlarını altüst edecek ve milleti uyandırıp, kendine getirecek ve İngilizlere karşı Ümmeti ayaklandıracak ehemmiyetli yazılar neşreden Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri, aynı zamanda Îmân hizmeti ve mücâdelesi de vermekteydi (!)

Amma öncesinde, Bedîüzzaman Hazretlerinin Kuvâ-yı Millîye’yi desteklemesiyle ilgili Âsâr-ı Bediiye adlı eserindeki bir cevâbı talebelerinden olan Abdulkadir Badıllı Ağabey Mufassal Tarihçe-i Hayat eserinde kaydetmiş. Bizde aynı şekilde kaydedelim:

“Yine aynı günlerde Üstâd Bedîüzzaman’ın Kuva-yı Milliye’yi destekleyen ve İngilizin sinsi siyasetinin aleyhinde olan yazılarından birisinde de; cerbezenin hal-i hazır fikirlerde nasıl bir te’sir icra ettiğini beyan sadedinde şöyle demektedir:” 22

“…Bak o seyyiedir ki; Ararat Dağı kadar bize zulüm ve tahkir eden ecnebî bir devleti, ne safsatalı bahanelerle; ‘bilmem hangi tarihte Kırım’da bize yardım etmiş’ gibi yavelerle, bize dost olabilecek sûrette gösteriyorlar.. Hem Süphan dağı kadar İslâmiyet’in izzet ve şerefine çalışan güruh-u mücahidini âcib bahanelerle en fena derekesine indirip millete düşman gibi gösteriyorlar…”23

Ayrıca,

“İngilizlerin baskısı ile bir kısım otoriteler, Şeyhülislâm’dan Kuvâ-yı Milliye hareketine katılanların eşkıya olduğu ve öldürülmelerinin meşru ve farz olduğuna dair fetvâ çıkarmasını sağladı. Fetvâ Dürrî-zâde Abdullah Efendi tarafından verildi ve 11 Nisan 1920 tarihinde yayınlandı.

‘Padişah ve Halife kuvvetlerinin dışındaki millî kuvvetleri kâfir ilan eden ve katlinin vacip olacağını bildiren fetvâyı’ başta Takvim-i Vekayi olmak üzere, İstanbul’da neşredilen diğer gazetelerde de ertesi günü yer aldı.

Kurtuluş Savaşı boyunca Damat Ferid, İngiliz Muhipleri Cemiyeti ve işbirlikçisi basının Kuvâ-yı Milliye’nin hilâfet, saltanat ve hatta Şerî’ata karşı olduğunu pompalayan propagandalara Şeyhülislâm Dürrî-zâde Abdullah Efendi’nin meşhur fetvâsı da eklenince; İşgalcilere karşı beraberce omuz omuza savaş verenler, düşmanı bırakıp birbirleriyle vuruşmaya başlamıştı. Öyle ki ayaklanmaları bastırmak için bazen cepheden asker çekildiği bile olmuştur.

İşte böyle bir ortamda Osmanlı’nın en müstesnâ âlimlerinin görev yaptığı Dar’ül Hikmet’il-İslâmiye’de üye olan Bedîüzzaman bu fetvâyı Şerî’at ve din ilmi ölçüleri içerisinde tahlil etmiş ve fetvânın geçersiz olduğunu şahsı adına ilân etmiştir.

Burada şunu da ilave etmemiz gerekmektedir ki, Kuvâ-yı Milliyeyi sadece Bedîüzzaman değil, aklı başında olan ve aldatılamayan bütün ehl-i ilim desteklemiştir. Mehmed Âkif, Eşref Edip ve benzeri âlim ve mütefekkirler bunun misâlleridirler.24

Bizzat yeğeni Abdurrahman’dan dinliyoruz:

“Dar’ül-Hikmet’ül-islâmiye’deki hizmeti, hep böyle şahsi teşebbüsleriyle oluyordu. Çünkü orada, müştereken çalışmaya bazı engeller görüyordu. Kanaatimce okuyucular da Bediüzzaman’ın, kefenini boynuna takıp ölümü göze aldığını biliyorlardı. Dar’ül Hikmet’de demir gibi dayandı. Yabancıların baskıları onu kendine alet ettiremedi. Yanlış fetvaya karşı cesurca karşı çıktı. İslâm’a zarar verecek bir cereyan çıktığı vakit, bunu çürütmek için hemen küçük bir eser neşredip dağıtıyordu. Daha sonraları kendisini Anadolu’dan istediler, fakat gitmedi. Bu davete şöyle cevap verdi:

— Ben tehlikeli yerde mücadele etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan çok burayı daha tehlikeli görüyorum.“25

Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri, İngilizlerin istilâ ve işgâl ettiği ve oradan boğazımıza bastığı ve hatta bâzı makâmları ele geçirdiği ve bâzı hocaları da aldatarak kendine çektiği ve istediğini de yaptırdığı İstanbul’da, bizzat onların arasında savaş ve mücâhede yürütmüştür.

Misâlen, Bedîüzzaman Hazretlerinin Tulû’ât adlı eseri, İslâmiyetin aleyhine olarak ortaya atılan birtakım suâllere birer cevâb olduğu gibi, İngilizlerin hainliklerine ve hilekâr pis siyâsetlerine de cevâb olarak te’lif edilmiştir. Hem âlem-i İslâm’a bir reçete mâhiyetinde de olan bu gibi eserleriyle Bedîüzzaman Hazretleri, işgalcilerle bizzat mücâhede etmiştir.

İşte böyle bir hengâmda, Anglikan kilisesinin meşhûr sûali ve Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinin ise verdiği cevâb meydandadır. Aynen kaydediyoruz:

“Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı’nın toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda; o devletin en büyük daire-i dîniyyesi olan Anglikan Kilisesi’nin başpapazı tarafından Meşîhat-ı İslâmiyyeden dinî altı suâl soruldu. Ben de o zaman Dâr-ül-Hikmet-il İslâmiyye’nin âzası idim. Bana dediler: ‘Bir cevab ver.’ Onlar altı suâllerine, altı yüz kelime ile cevap istiyorlar. Ben dedim: ‘Altıyüz kelime ile değil, altı kelime ile de değil, hattâ bir kelime ile dahi değil; belki bir tükürük ile cevab veriyorum! Çünki: O devlet, işte görüyorsunuz; ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde suâl sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!..’demiştim. Şimdi diyorum:

Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken, hıfz-ı Kur’anî bana kâfi geldiği halde; size de, yüzde bir ihtimal ile, ehemmiyetsiz zâlimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.

Hem ey kardeşlerim! Çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki: ‘En ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir!’ قُلْ اِنَّ الْمَوْتَ الَّذِى تَفِرُّونَ مِنْهُ فَاِنَّهُ مُلاَقِيكُمْ  mana-yı işarîsiyle gösteriyor ki: ‘Firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar!’” 27

Bedîüzzaman Hazretleri, işgalci kuvvetlere karşı verdiği pervâsızca cevâblarla birlikte, milleti de cesâretlendiriyor ve harekete getiriyor idi. İşte bu cihette İngilizlerin hakkında ölüm kararını vermelerini netice verecek bir eseri daha geliyordu ki, o da HUTUVÂT-I SİTTE. İstanbul’un İngilizler tarafından tasallutları hengamında, işgalcilere karşı bu eser gizlice neşredilmiş ve dağıtılmıştır.

“İstanbul’da, en büyük ve en ehemmiyetli ve te’sirli hizmet-i vataniye ve milliyesinden birisi de ‘Hutuvat-ı Sitte’ adlı eseriyle gaddar zalimlerin yüzlerine tükürüp, izzet-i diniyeyi ve şeref-i İslâmiyeyi muhafaza etmesidir.” 28

“İstanbul’da, İngilizler desiseleriyle Şeyh-ül-İslâmı ve diğer bazı ulemayı lehlerine çevirmeğe çalışmalarına mukabil, Bediüzzaman, ‘Hutuvat-ı Sitte’ adlı eseri ve İstanbul’daki faaliyeti ile; İngiliz’in Âlem-i İslâm ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik siyasetini ve entrikalarını, tarihî düşmanlığını etrafa neşrederek, Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, bu hususta en büyük âmillerden birisi olmuştu.” 29

“İngilizlerin (başta İstanbul Müslümanları olarak) Mü’minlerin içlerinde İ’tilaf ve İhtilaf gruplarını birbiriyle çarpıştırdığı ve İstanbul’un efkâr-ı umumiyesini kendi lehine çevirtmeye çalıştığı, hatta Şeyh-ül İslâmlık’tan bir fetva çıkartarak ve İstanbul’un bazı camiilerinde kendi lehinde dualar ettirerek, efkâr-ı umûmiyeyi bulandırıp aldattığı bir hengâmda, Bediüzzaman Hazretleri Hutuvât-ı Sitte eserini Türkçe ve Arapça olarak te’lif edip, merhum Eşref Edib Bey’in gayretiyle tab’ ettirip İstanbul’un umumî efkârı bir anda kendine gelerek ayıldı ve İngilizin aleyhine geçti.” 30

“Harekât-ı milliyede İstanbul’da, İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvat-ı Sitte eserimi tab’ ve neşri ile belki bir fırka asker kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki, Mustafa Kemal şifre ile iki def’a beni Ankara’ya taltif için istedi. Hattâ demişti: ‘Bu kahraman hoca bize lâzımdır.’” 31

Dikkat ediniz !

“Belki bir fırka asker kadar hizmet ettiğimi” ifâdesi mübalağa değildir, lâkin işgâl kuvvetlerinin hakkında öldürülmesine hükmettiği pek te’sirli bir hizmeti olmuş ki, bu kararı hakkında verdirmiş!

Denilmişti ki:

“Bu ‘Kuvvacı din adamları’ Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal’le birlikte ‘Ya istiklal ya ölüm’ parolası doğrultusunda ‘vatan ve namus’ mücadelesi verirken Said-i Nursi nerededir?” 

Cevâben demiştik, ÎMÂN hizmeti ve mücâdelesini de beraberinde vermektedir!Evet, îmân; herşeyin fevkindedir, hiçbir şey ile mukâyeseye gelmez.

Lâkin herşey bir imtihandır, elimizde olanlarda imtihanlarımızdır. Tarih nice zulümleri kaydetmiştir ve nice kabileler vatanlarından sürgün edilmiştir ve nice esâret hayatları yaşanmıştır ve nice canlar telef edilmiştir amma izzet ve îmân dâima muhafaza edilmiştir. Lâkin, muvakkat ve geçici bir fâni ömrün üzerinde basacağı topraklara bedel, ebedî ve dâimi bir Cennet asıl varılacak yer ve hakîki ebedî vatanımızdır. Vatan için ise, cenk edilir ve canlar da fedâ edilir. Vatanımızı korumak üzerimize bir emânettir. Mukaddestir. Allah (c.c.) yolunda ölsen şehitsindir. Amma îmân mes’elesi, bu kâinatın ve içinde bulunan herşeyin ve senin de ve bütün beşerinde Hâlıkı ve Mâliki olan Rabbine ittibâdır, kabûldür, kayıtsız ve şartsız teslimiyettir ve asla terk edemeyeceğin ve kaybetmemen gerekendir. Bâkî olan yalnızca O’dur (c.c.) ve dünya ise yalnızca bir metâ’dan ibârettir.

اِنَّمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا مَتَاعٌ وَاِنَّ الْاٰخِرَةَ هِىَ دَارُ الْقَرَارِ 

Mü’min Sûresi – 39. Âyet

Meâlen: “Bu dünya hayatı bir meta’dan ibarettir ve ahiret ise şüphe yok ki, o bir ebedî karargâhtır.”

وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا فِى الْاٰخِرَةِ اِلَّا مَتَاعٌ 
Ra’d Sûresi – 26. âyet 
Meâlen: “Hâlbuki dünya hayatı, ahiretin yanında çok az bir yararlanmadan ibarettir.”

[makâlenin devâmını okumak için alttaki sayfa sayılarına tıklayınız]

—————————-
16:   Arşiv Belgeleri Işığında Bedîüzzaman Said Nursi, Prof.Dr. Ahmet Akgündüz, cilt:2, 2014, sh:173-186 
17:   Milli Kurtuluş Tarihi, 1838’den 1995’e. İstanbul 
18:   Yrd. Doç. Dr. Mehmet Demiryürek, Sait Molla’nın Nice’deki Yayımladığı Risale ve Tahlili, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Kasım 2006; Yrd. Doç Dr. Mehmet Demiryürek, Kıbrıs’ta Bir 150’lik: Sait Molla (1925-1930), Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Kasım 2003 
19:   Köprü Dergisi, Kemal Gurulkan, Güz 2000, sayı:72 
20:   http://www.tefekkurdergisi.com/Yazi-HiLALi_AHDAR_VEYA_YESiLAY-15105.html 
21:   Son Devrin İslâm Akademisi, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye, Sadık Albayrak, 1973 
22:   Mufassal Tarihçe-i Hayat, Abdulkadir Badıllı, cilt:1, sh:495 
23:   Âsâr-ı Bediiye, Osmanlıca, sh:162 
24:   Arşiv Belgeleri Işığında Bedîüzzaman Said Nursi, Prof.Dr. Ahmet Akgündüz, cilt:2, 2014, sh:256-261 
25:   Bedîüzzaman’ın Hayatı, Abdurrahman Nursî, 1979, sh:65 
26:   Cum’a Sûresi, 8.âyet, meâlen: “De ki: Sizin kendisinden kaçıp durduğunuz ölüm var ya, o mutlaka size ulaşacaktır.” 
27:   Mektubat, Envar Neşriyat, sh:417 
28:   Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyât, sh:137 
29:   Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyât, sh:138 
30:   Mufassal Tarihçe-i Hayat, Abdulkadir Badıllı, cilt:1, sh:450 
31:   Şuâlar, Envar Neşriyât, sh:539 

Sayfalar: 1 2 3