Sû-i Zann İlleti
Meâlen: Ey imân edenler! Çokça zann etmekten içtinâb ediniz (kaçının). Şüphesiz ki, zannın bâzıları günahtır ve tecessüs etmeyin (araştırmayın, eşelemeyin) ve bazılarınız, bazılarınızı gıybet etmeyin.
يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثٖيرًا مِنَ الظَّنِّ اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا (Hucurât Sûresi, 12. âyet)
(kötü) Zann’dan sakınınız, şüphesiz sözlerin en yalanı kötü zann’dır. …Sûfyan dedi ki : Zann, iki türlüdür. Biri günahtır, diğeri günah değildir. Günah olan zann’na gelince: Zann’da bulunur ve onu da (bir kimseye) söyler. Günah olmayan zann’na gelince: Zann’da bulunur fakat onu kimseye söylemez.
حدثنا ابن أبي عمر حدثنا سفيان عن أبي الزناد عن الأعرج عن أبي هريرة أن رسول الله صلى الله عليه وسلم قال: إياكم والظن فإن الظن أكذب الحديث * قال أبو عيسى هذا حديث حسن صحيح قال وسمعت عبد بن حميد يذكر عن بعض أصحاب سفيان قال قال: سفيان الظن ظنان فظن إثم وظن ليس بإثم فأما الظن الذي هو إثم فالذي يظن ظنا ويتكلم به وأما الظن الذي ليس بإثم فالذي يظن ولا يتكلم به
(Sünen-i Tirmizî, Kitabü’l-Birr ve’s-salah; Ebû Davûd, Kitabü’l-edeb)
Âyetler ve Hadisler bizlerin rehberi ve istikâmetimize yön veren ikâzât-ı İlâhiye ve ikâzât-ı Rasûlullahtır aleyhissalâtu vesselâm.
Şu zaman ve zeminde istikâmeti muhafaza etmek pek güçleşmiş, sû-i zann içimize hava gibi nüfûz ediyor. Olayların ve hâdisatların içine beşer, hissiyatının tazyikîyla giriyor. Sünnet-i Seniyyeye ittiba husûsundaki her eksikliğimiz, düşmemize ve sürçmemize birer zemin.
Sû-i zann’ın farkına varamamak ayrı bir illet, dilimizle zihinlere sû-i zannları üflediğimizin ise hiç farkında olmamak daha büyük bir illet.
Bu cihette “bilmeden”, ucu nerelere kadar gider bir menfîliğin kapısını açar. O mes’elede kapıyı ilk açan olmanın mes’ûliyeti ise ap’ayrı…
Sizde bilirsiniz ki,
Sû-i zann, fitnenin sebeplerindendir.
Sû-i zann bir aileyi bölebilir.
Sû-i zann bir hizmeti veya cemaati dağıtabilir.
Sû-i zann bir memleketi parçalayabilir.
Sû-i zann bir Mü’mini bitirebilir!
Sû-i zann edenlerin, o bedbinlik nazarından dûçâr oldukları şahsî âlemlerindeki mânevi Cehennem ise, sû-i zann’ın ne kadar müstekreh ve gayr-ı ma’kûl bir iş olduğunu bizlere gösteriyor.
”Hem bedbîn olduğundan bedbînlik cezası olarak nazarında pek fenâ bir memlekete düşer. Bakar ki: Her yerde âciz bîçâreler, zorba müdhiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vaveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazîn, elîm bir hâli görür. Bütün memleket, bir matemhâne-i umûmî şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çâre bulamaz. Çünki herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor. Ve ortalıkta dâhi, müdhiş cenazeleri ve me’yusane ağlayan yetimleri görür. Vicdanı, azab içinde kalır.” 1
Sû-i zann için karşımızdakinin bâzen bir mimiği, bir hareketi yetebiliyor. Ondan olan beklentimize gayr-ı münâsip bir ahvâl görsek, sû-i zann sebebi olabiliyor. Ve nedenlerini araştırmadan ve bilmeden pek rahatça bir Mü’min, bir Mü’min hakkında sû-i zann’a kapılabiliyor. Hakikî sebebini bilmeden, sebebler senaryoları üreterek sû-i zann edilebiliyor. Ve birde sû-i zannında bâzen de kendini haklı görebiliyor. Çünkü “kendince” bir delile bağlıyor. Doğruyum diyor. Halbuki âyetler ve hadis bize neyi emrediyor?
Delilinde olsa, haklı da olsan, sû-i zann edemezsin ve yayamazsın.
Vesvesenin de tazyikîyla beslenebilen sû-i zann, kişinin kendinde kalmayıp fısıldamasıyla “gıybet” e de düşürebilir. Meşveret ettiğini zannederek gıybet ettirir. O günahı da boynuna yükler. Yukarıda yazdığımız Hucurât sûresi 12.âyet gıybetten de bahseder, lâkin sû-i zann eden o gıybete pek kolay düşebilir, belki düşer demektir.
“Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, kerâhet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zâten gıybettir. Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftiradır. İki katlı çirkin bir günahtır.” 2
İşte sû-i zann öyle bir illettir ki; bilinmese, tanınmasa, tedâvisine çalışılmasa, her türlü menfîliğin kapısını açabilir, maddî ve mânevi çok zararları verebilir çirkin bir haslet.
Hem kötü zann etmeye alışmış bir kalp, farkında olmadan herşeyde kötü zann eder bir fıtrata bürünür.
Birde Mü’min kardeşlerimize karşı olan sû-i zannlar var:
Cây-ı hayrettir ki; karşısında bir gayr-ı müslim olsa, onu kazanmak adına, her yaptığına sabreder ve tebessümü ona karşı eksik etmez. Çok şeylerini hoş görür, sineye çeker. Fakat bir Mü’min kardeşi için o hoşgörü ve toleransı tanımaz. Mesâfe koymaya tereddüt etmez bir vaziyete girer. (sû-i zann ile hareket edenler kastedilmiştir, yoksa her Mü’min değil.)
Biz büyük bir aileyiz. Memleketimiz ilk vazifemiz, âlem-i İslâm’da bizim ailemiz. Her Mü’min âyet ile emredildiği üzere “bizim kardeşimiz”.
Karşımızda ehl-i dalâlet ve adâvet ittifak etmiş, bizlere karşı mücâhede ederler. Bizlerde siper içine mevzî almış, onlara karşı mücâhede ediyoruz. Kendi siperimiz içinde, askerlerimiz olan kardeşlerimiz birbirine karşı sû-i zann içine girseler, o muntazam ve aslî olan ordunun vâziyeti ne hâle gelir ve bu vaziyetten en çok kim istifâde eder?
Bunun şuûrunda olmamanın ucu, memleketin istikâmetine kadar te’sir eder.
Bu illetin devâlarını, Kur’ân’ın bu asra bir dersi olan Risale-i Nur’dan arayalım. Birkaç pencereyi buradan açalım, mütebâkisini Risale-i Nur’a havale edelim.
Evvelen:
“İlm-i Kelâm ve İlm-i Usûl’ün düstûrlarındandır ki, denilir:”
لاَ عِبْرَةَ لِلْاِحْتِمَالِ الْغَيْرِ النَّاشِى عَنْ دَلِيلٍ Yâni: “Bir delilden, bir emareden neş’et etmeyen bir ihtimalin ehemmiyeti yok.”3
Sâniyen:
“Bir delilden, bir emâreden neş’et etmeyen bir ihtimalin ehemmiyeti yok.” 4
Demek bir delilden neş’et etmiyorsa, zihinden ve kalpten hemen atmaya bakılacak. Daha meşgûl olmayacak. İhtimal üzerinde durmayacak, lâkin delili yok, o vakit vehmîn mahsûlüdür bilecek.
Hem, hissiyatlar tahrik olduğu vakit, hasmına dostluk gösteren nefisler olabilmesi cihetiyle, basîretimizi açıp, kulaklarımızı tam kapamalıyız.
Kimden gelirse gelsin, delil istenmeli. Delili olmasa zâten itibâr edilmeyecek. Eğer makbûl bir delil gösterse, o vakit bunun hizmete, cemaate, İslâmiyete, mukaddesâta, memlekete faidesi mi, zararı mı var düşünmeli ve hamiyet-i İslâmiye ile hareket etmeli, zararı olacaksa sükût etmeli.
Elbette sû-i zann’dan neş’et etmeyen müsbet eleştirmeler bahis hâricidir, yoksa hizmete, İslâmiyete, memlekete bakar hayırlar varsa, nefis karıştırmadan, o mes’elenin vukûfiyetine ilmen sâhip olmak kaydı ile ve ilmî bir üslûp ile, o mes’elenin makâmına münâsip bir tarzda dile getirilir ve getirilmelidir.
Yoksa her kulağımıza geleni alıp sû-i zann etmek veya şu zamanda hissiyatlarına mağlup olabilenlerin dediklerini sorgusuz kabul etmek (ehl-i din de olsa) ve herkesin kulağına fısıldamak ve kafalarda sû-i zann oluşturmak ve internet gibi ortamlarda ortalığa salıvermek; seciye-i İslâmiyetten, edebten mahrûmiyyeti gösterir ahvâllerdir, kaçınmak lâzımdır.
Hem şiddetle kaçınmak lâzımdır ki, sû-i zann eden, sû-i zann’a uğrar. Hadisin sırrınca buna mazhâr olur.
حدثنا أحمد بن منيع حدثنا محمد بن الحسن بن أبي يزيد الهمداني عن ثور بن يزيد عن خالد بن معدان عن معاذ بن جبل قال: قال رسول الله صلى الله عليه و سلم: مَنْ عَيَّرَ أَخَاهُ بِذَنْبٍ لَمْ يَمُتْ حَتَّى يعْمَلَهُ “Kim Müslüman kardeşini bir ayıbından, suçundan, gühanından dolayı kınarsa, (onu) ayıplarsa, kendisi de o ayıbı işlemeden (yâni o ayıba düşmeden) ölmez. (Sünen-i Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme)
“Hem, meselâ; sû’-i zann ve sû’-i tevilde, bu dünyada muaccel bir ceza var. “Men dakka dukka” kaidesiyle, sû’-i zann eden, sû’-i zanna maruz olur. Mü’min kardeşinin harekâtını sû’-i tevil edenlerin harekâtı, yakın bir zamanda sû’-i tevile uğrar, cezasını çeker. Ve hakezâ bütün ahlâk-ı hasene ve seyyie bu mikyasa göre ölçülmeli.” 5
Sâlisen:
“Dördüncü hastalık: ‘sû-i zann’dır.’ Evet insan, hüsn-ü zanna me’murdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zann sâikasıyla başkalara teşmîl etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden, takbîh etmesin.” 6
[O sû-i zann eden] “Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, sû’-i zann mümkün oldukça hüsn-ü zann etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insâf ve hüsn-ü zann bunu reddeder.” 7
“Evet insan, hüsn-ü zanna memurdur.” 8
Şu kısacık derslerle ve tecrübelerimle yakînen anladım ki; Görmemek, duymamak ve gücenmemek bize pek çok lâzım imiş. İttihâd-ı İslâm’a yürümek için bunlar da yol azığımız imiş.
İstikbâl İslâmiyetindir müjdesiyle ittihâd-ı İslâm’a yürümeye mâni olan şu maraz ise;
“Hem Tahtiecilik fikri, sû’-i zann ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâmda lâzım olan tesânüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tahabbüb ve teavüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zannla, muhabbet ve vahdetle memuruz.” 9
Tahtiecilik fikri: Bir kimseyi veya bir şeyi hatalı görme, hata isnâd etme; Yanlışını, hatasını çıkarmak, çıkarmaya çalışmaktır.
O halde kulağımıza her fısıldanana itibâr etmemeli, hatta şu zamanda her fısıldayana da itibâr etmemeli. Lâkin sû-i zannın menşei, menfî hislerden neş’et etmesi cihetiyle, Risale-i Nur’un şu dersleri şahsım adına ve bizler adına birer istikâmet rehberidir ki;
“Eski Said ona dedi: ‘Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyâsiyene muhâlif bir melek olsa, lânet edeceksin.’” 10
“Kim fâsık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, sû-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir.” 11
“İnad bazan müfrit fırka mutaassıblara, dalâl ve bâtılı iltizam ettirir. Şeytan birisine yardım etse, melek der, rahmet okutur. Ötekinde melek görse, libasını değiştirmiştir der, lânet eder.” 12
Evet, titremeli…
Hem uhrevî öyle bir tehlikesi daha var ki;
“Âhirzamanda bir şahsın hatiat ve günahlarının gâyet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dâir rivâyetler vardır. Eskide acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah işleyebilir mi ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki, kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyâmetin kopmasına ve dünyaları başlarına harab olmasına sebebiyet verir, diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddid esbabını gördük.
Ezcümle, müteaddid vücûhundan radyomla anlaşıldı ki: O bir tek adam bir tek kelime ile, bir milyon kebâiri birden işler ve milyonlarla insanı dinlettirmekle günaha sokar.” 13
Şu zamanda internet âlemi, radyodan daha câzip ve önüne geçmiş!
Son bir husus ise, kalbimize gelenler…
yâni vesveseler…
“Şu nev’i vesvesenin en mühimi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi birbiriyle iltibas eder.” 14
Vesvesenin bir mahsûlü olan sû-i zann’a düşmemek için, vesveseden gelen imkân-ı zihniyeyi, imkân-ı zâti ile iltibas etmemeli. Yâni, vesveseden (olmayan şeye) vehimlenir, zihnen temâyül eder, sonra ihtimal verir, sonra da hakikat kabul edip tarz-ı harekâtını ona göre tanzim eder ki; kalbî bir hastalıktır, şifasını istemeli.
Ve hadise mazhâr olmaya gayret etmeli.
حدثنا إبراهيم بن سعيد الجوهري حدثنا أبو أسامة حدثنا بريد بن عبد الله عن أبي بردة عن أبي موسى قال: سُئِلَ رسول الله صلى الله عليه و سلم أَيُّ الْمُسْلِمِينَ أَفْضَلُ ؟ قال مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمِونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ “Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a soruldu “Hangi Müslüman daha evlâdır?” : “Elinden ve dilinden zarar görülmeyen kimsedir.” (Sünen-i Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme)
İnşâallah, hakikat-ı imâniye derslerini alan Risale-i Nur talebeleri bu vartalara düşmeyecekler diyerek Üstadımızın ifâdesiyle nihâyete erdirelim.
“Ben rahmet-i İlâhiyeden ümid ederim ki, Risale-i Nur’dan bu zamanda tezâhür eden mânevî i’caz-ı Kur’ân’îyi zevk eden zâtlar, bu mânevî ezvâkı hissederler; sû’-i ahlâka mübtelâ olmayacaklar, inşâallah…” 15
Sû-i zann hakkında yazılacak elbette daha çok nüanslar var ancak, şu asrın bir hastalığı hükmünde olanlara temas etmeye çalıştık, duâlarınızı esirgemeyiniz…
Ersin Miman
————————————————
1: Sözler, ikinci söz
2: Mektûbât, Yirmiikinci Mektûb, Hâtime
3: Sözler, Otuzikinci Söz, İkinci Mevkıf, Birinci Maksad
4: Sözler, Otuzikinci Söz, İkinci Mevkıf, Birinci Maksad
5: Hizmet Rehberi, Envar Neşriyat, sh: 177
6: Mesnevi-i Nûriye, Katre, Hâtime
7: Hutbe-i Şâmiye, Arabî Hutbe-i Şâmiye Eserinin Tercümesi, Dördüncü Kelime
8: Mesnevi-i Nûriye, Katre, Hâtime
9: Sünûhat-Tuluât-İşârat, Sühûhat, Kur’ân’ın Hâkimiyet-i Mutlakası
10: Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı, Hutbe-i Şâmiye (hâşiye)
11: Sünûhat-Tuluât-İşârat, Sünûhat, Rü’yada Bir Hitâbe
12: Sünûhat-Tuluât-İşârat, Sünûhat, Rü’yada Bir Hitâbe
13: Kastamonu Lâhikası, Envar Neşriyat, sh: 72
14: Sözler, Yirmibirinci Söz, Yirmibirinci Söz’ün İkinci Makâmı, Beşinci Vecih
15: Hizmet Rehberi
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.