OnSekizinci Lem’â İ’tirâzlarına Reddiye – (Mahremdir Bahsi)
Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri tarafından te’lif edilen ve Osmanlıca Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî eserinin içinde yer alan ve İmâm-ı Ali’nin (radıyallahu anh) bir kerâmet-i gaybiyesi olarak bildirilip, kaside-i Ercûze’nin ehemmiyetini ve mevzuunu izâh eden ve Otuz Birinci Mektûb’un Onsekizinci Lem’â’sı nâmıyla tesmiye edilmiş olan bu risâle hakkında, i’tirâzların vuku’u bulduğunu ve zihinlerin de iğfâl edildiğini görüyoruz.
Ekser, ‘ehl-i i’tirâz’ diyerek işâret ettiğimiz bu gürûha, bu makâlelerimizde ‘ehl-i ifrât’diyeceğiz, zirâ, Onsekizinci Lem’â hakkında haddi aşan ithâm ve tenkîdleriyle beraber, daha da ileriye giderek ‘Onsekizinci Lem’â bir küfürdür ve burada yazılanlara inananlar ve kabûl edenler de küfür içindedir’ demeye kadar işi götürmelerindendir.
Bu tâifenin bu hezeyânlarını dikkate aldığımız veya muhâtâb kabûl ettiğimiz için değil, her zaman tekrar ettiğimiz üzere, Risâle-i Nûr eserlerini ve müellifini ve ehl-i Sünnet’i tam bilmeyenlerin kalplerine ve zihinlerine yerleşebilecek şekk ve şüphelere karşı, hakîkatı izâh gayretiyle kaleme alıyoruz.
Evvelâ şunu belirtmek isterim ki;
Onsekizinci Lem’â’ya i’tirâz eden (hatta saldıran) bu tâifeye baktığımız zaman, ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e taraftar olmadıklarını ve Risâle-i Nûr eserlerine ve müellifine karşı da ciddî bir rahatsızlık içinde bulunduklarını görüyoruz. Ayrıca, âyât-ı Kur’ân’iyeyi kendilerinin te’vîl edip, sonra da kendi Kur’ân anlayışlarına göre karşısındakileri sınıflayan bir tâife olduğunu müşâhede ediyoruz.
Bu gürûh; Îmâm-ı Rabbanî, Îmâm-ı Gazâlî, Şah-ı Nakşibendi, Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî ve Bedîüzzaman Said Nûrsî Hazretleri gibi mânevî önderleri ehl-i Sünnet olarak ve eserlerini ise ehl-i Sünnet kaynağı olarak kabûl etmiyorlar. Hatta ehl-i Sünnet değil, horosan sunniliği olarak tanımlıyorlar.
Okurlarımızın nazar-ı dikkatine şu nüansı da verelim;
Umûm ehl-i imân’ın kabûlüne ve iltifatlarına mazhâr olmuş başta Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri olmak üzere, İslâmiyet ve Kur’ân hesâbına büyük hizmetlere ve’sile edilmiş nice ehl-i Sünnet’in mânevî büyüklerine karşı da bu cûretkâr tenkîdleriyle, kendilerini yerleştirdikleri makâmı ehl-i ilme ve basîrete gösterdiği kanaatindeyim.
Bu izâhları yapmamızın sebebi; iddiâcıların menfî görüşlerini, bozuk fikrî yapılarını ve ehl-i tahkîk ve hakîkatperest olmadıklarını zann ile değil, delîller üzerinden ortaya koymak ve mâhiyetlerini tâkipçilerine gösterebilmektir. Kimlerin peşinden gidiliyor dikkate dâvet içindir. Kur’ân’a, İslâmiyet’e, Sünnete ve ehl-i Sünnet’in büyüklerine zarar verenlere karşı, i’tikâdımızın ve âhiretimizin de muhâfazasına çalışmak niyetiyledir. Yoksa! Bedîüzzaman Said Nûrsî Hazretlerinin bütün tarihçe-i hayatı ve mücâhede-i dîniyesi ortadadır ve umûm âlem-i İslâm’ın takdîr ve taltifleri ve ve’sile olduğu muazzam Risâle-i Nûr eserleri meydandadır. Altmış dile yaklaşmış çevirileri ve milyonları bulan okuyucuları, zâten en güzel bir cevâb ve umûma da nasihattir.
Deniliyor ki;
Risâle-i Nûr’lar için Kur’ân’ın tefsîridir deniyor sonra Onsekizinci Lem’â’nın başına‘mahremdir, herkese gösterilmez’ yazılıyor. Peygamber efendimiz hiçbir âyete mahremdir dememiş, bu nasıl bir tefsîrdir ki mahrem tutuluyor. Hem bu Onsekizinci Lem’â yı bulmak için çok aramak icâb ediyor, anlaşılıyor ki ‘mahremdir’ olmasının sebebi, içindeki küfrün gizlenmesi içinmiş, yâni burada gizlenmeye çalışılan bir şey varmış.
Kıymetli kardeşlerim, bir iddiâyı ve ithâmı ortaya atmadan evvel, o mes’ele hakkında tahkîki bir sûrette tetkîk ve araştırma yapmak yalnızca ehl-i ilmin değil, sıradan bir müslüman’ın dahi ‘olmazsa olamaz’ bir vasfıdır. Hele ithâma cûret ettiğiniz zâtlar, İslâmiyete ve Kur’ân’a hizmet eden ve ehl-i îmân mâbeyninde kabûl görmüş zevât-ı muhterem’den iseler, uhrevî mes’ûliyetinden ve mahkeme-i kübrâ’da hesabını vermekten cidden titremeli.
Bir mes’eleyi, bir konuyu tam anlamadan ve hakkıyla tetkîk etmeden, her önüne geleni ithâm ve tenkîd edebilir misiniz?
Ne demek küfür ile ithâm etmek!?
Hem de büyük bir dâire-i azîmeyi!
Böyle hareket edenlere ehl-i ilim değil, bilakis ehli cehl denir.
Bakınız ve görünüz ki; işin ucu ve neticesi nereye gidiyor! Böylesi adamlara fikren temâyül dahi büyük bir cinâyet olur. Bir büyük dâire-i azîmenin hakkına girmek olur.
حَدَّثَنَا أَبُو مَعْمَرٍ، حَدَّثَنَا عَبْدُ الوَارِثِ، عَنِ الحُسَيْنِ، عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ بُرَيْدَةَ، حَدَّثَنِي يَحْيَى بْنُ يَعْمَرَ، أَنَّ أَبَا الأَسْوَدِ الدِّيلِيَّ، حَدَّثَهُ عَنْ أَبِي ذَرٍّ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ أَنَّهُ سَمِعَ النَّبِيَّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ: لاَ يَرْمِي رَجُلٌ رَجُلًا بِالفُسُوقِ، وَلاَ يَرْمِيهِ بِالكُفْرِ، إِلَّا ارْتَدَّتْ عَلَيْهِ، إِنْ لَمْ يَكُنْ صَاحِبُهُ كَذَلِكَ
Ebû Zerr’den radıyallahu anh rivâyete göre, Hz. Peygamber’i sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyururken dinlemiştir: “Bir adam, bir başka adamı fâsıklıkla ithâm ederse ve(ya) onu küfür ile ithâm ederse ve o kişi de böyle değil ise, mutlaka o ithâm ona geri döner.” 1
İşin hakîkatine gelince,
Risâle-i Nûr Küliyatı yüz otuz parçadan müteşekkildir ve tamamı Kur’ân’ın tefsiri değildir. Risâle-i Nûr üç kısımdır denilebilir. Birincisi; Kur’ân’ın imân’a bakan âyetlerinin tefsîri olup, bu asrın fehmine, idrâkine Kur’ân’ın bir dersidir.
Geriye kalanlar ise, lâhikâlar ve müdâfaalar’dır. Bâzen bu lâhika ve müdâfaalar içinde de hakâik-ı îmâniye’den bahisler bulunabilir ancak ekseriyet itibâriyle Risâle-i Nûr ile hizmet etmenin tarzı ve şekli bu lâhikalarda izâh ve ta’rif edilmiştir. Hazret-i Üstâd’ın talebelerinin suâllerine cevâblar ve istifâzalarına da yer verilmiştir. Bir de müdâfaalar vardır onlar da mahkeme müdâfaalarını içerir.
O vakit, Risâle-i Nûr için ‘yalnızca’ Kur’ân’ın tefsîridir demek doğru olmadığı gibi, Onsekizinci Lem’â’yı da öyle kabûl etmek doğru değildir. Zâten muhteviyâtına bakılsa farkedilecektir. Evvelâ bu hükümleri yanlıştır. Risâle-i Nûr’un bütün parçaları Kur’ân’ın tefsîri olmadığından, mahremdir diye yazılması, illâ da bir âyet’in tefsîrinin saklanmaya çalışılması demek değildir. Bunu anlamak içinse, satır satır okumak olmasa da, en azından kanaat elde edecek kadar tetkîk etmiş olmak gerekliydi. Demek ki bu yapılmamış…
İşte, ehl-i ifrât’ın vukûfsuzluğunun kendilerini sürüklediği ve düşürdüğü sû-i zann çukuru…
‘Mahremdir, herkese gösterilmez’ e gelince,
Ehl-i ifrat’a göre Bedîüzzaman Said Nûrsî Hazretleri, Onsekizinci Lem’â’nın küfür olduğunu biliyor da, güyâ bunu saklamaya çalışıyor ve bu nedenle de heryerde bulunmadığını ve bulmak için çok aramak icâb ettiğini kinâyeli olarak dile getiriyorlar.
Hem bu iddiâlarıyla da, bilmeyenlerin nazarında ve kalplerinde Bedîüzzaman Hazretleri ve Risâle-i Nûr’lar hakkında zakkum tohumlarını ekmeye çalışıyorlar.
Peki, ‘öyle mi – değil mi’ anlayalım ve bu hezeyânlarının çürüklüğünü gösterelim.
Görüyorsunuz ki, çocukları dahi güldürecek bu nev’deki isnâdlar için, insanın cehl-i mürekkep olması da yetmez! Aynı zamanda vicdansız ve insafsız da olması ve Allah’tan (celle celâluhu)korkmuyor olması ve bir de muannid olması lâzımdır ki; böyle bir zâta, küfrü saklamaya çalışıyor isnâdı yapabilsinler.
Bedîüzzaman Said Nûrsî Hazretlerinin çocukluğundan itibâren sergüzeşte-i hayâtı ve daha o yaşlardan itibâren ulemâlarca bilinen ve kabûl edilen şöhreti, aldığı icâzetler ve kendisini tanıyan o dönemin devlet erkânları ve kaleme aldığı makâleler ve cihân harbindeki îmân kuvvetiyle verdiği mücâdeleler ve yanındaki silah arkadaşlarına kadar her hâlinin bilinmesi ve cephede, siperde İşârâtü’l-İ’câz adlı eseri yazdırması ve esir düştüğü Rusya’da, îmân ve şecaatinden gelen kahramanlıkla Rus Çarı’nın karşısında ayağa kalkmaması ve idâm kararı sonrasında silâhlar kendisine çevrildiği vakit müsaade isteyerek iki rekat namaza durması ve dahası Türkiye Cumhûriyeti Devleti’nin nâhiyelerinin, karakollarının ve zâbıtlarının raporları ve Hazret-i Üstâd’ın tüm hayatını inceden inceye mercek altına alarak tâkip eden istihbârat birimlerinin raporlarına kadar herşey ve bütün bunlara ilâveten nice mahkemelerin kararları, tutanakları ve ehl-i vukûf ve bilir kişi resmî raporları ve Hazret-i Üstâd’ı gören, tanıyan, bilen yerli ve yabancı tüm şâhitlerden ve onunla yirmidört saat evinde-hapishânede birlikte yaşayan talebelerinden ve hatta kendisini anlatan canlı şâhitlerin de hâtıralarını yazan eserlere kadar tamâmı ve küllîsi; böylesi yaftalamayı yapan insâniyetten sükût etmiş insâfsızların, o hayâsız suratlarına çarpar, bizim bedelimize de ziyâdesiyle cevâb verir!
Böyle hayâli ve hezeyân bir iddiânın, tutunmasının mümkün olmadığı kat’i ve bed’î olması itibâriyle, aklı başında olan kimseyi aldatamaz ve kandıramazlar, yalnızca kendilerini uhrevî mes’ûliyetin dehşetli sıkıntısına atarlar.
Mahremdir yazılmasının hikmetini kaydedeceğiz amma velâkin, öncesinde böyle bir isnâdın çürüklüğünü göstermek vazîfemizdir. Okurlarımızın da, bu ehl-i ifrât’ın mâhiyetlerini bilmeleri ve tanımaları için önemlidir.
Soruyorum…
Hangi akıl sâhibi, üzerine ‘mahremdir’ yazdığı bir yazısını, ‘umûma’ nerede bulacaklarını ta’rîf ederek, içinde yazılanlardan da haber verir?
Hiçbir akıl sâhibi bunu yapmaz.
Eğer yapıyorsa ve aklı da yerindeyse; saklamak değil, başka hikmetlerinin olduğu düşünülür. Aşağıdaki delîllerimiz de bunun isbâtıdır.
BU HUSÛSA BİRİNCİ DELÎL:
Altta yazmış olduğum yayınevlerinden herhangi birinin Lem’âlar mecmuâsını açıp, 17. Lem’â’nın bittiği yere bakarsanız, bitiminde 18. Lem’â’nın başlığının yazıldığını ve altına da not düşüldüğünü görebilir ve okuyabilirsiniz.
▪ Envar Neşriyat, Lem’âlar, 17. Lem’â bitiminde, 18. Lem’â için başlık atılmış ve altında,“Teksir Lem’alar ve Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî mecmuasında neşredilmiştir” diye yazılmıştır.
▪ Sözler Yayınevi, Lem’âlar, 17. Lem’â bitiminde, 18. Lem’â için başlık atılmış ve altında, “Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî ve teksir Lem’alar mecmuasında neşredilmiştir” diye yazılmıştır.
▪ İhlas Nur Neşriyat, Lem’âlar, 17. Lem’â bitiminde, 18. Lem’â için başlık atılmış ve altında, “Teksir Lem’alar ve Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî mecmuasında neşredilmiştir” diye yazılmıştır.
▪ Altınbaşak Neşriyat (Hayrat), Lem’âlar, 17. Lem’â bitiminde, 18. Lem’â için başlık atılmış ve altında, “Bu lem’a, birinci kerâmet-i Aleviye olup, gaybî kerâmâttan bahseden Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî mecmûasının 132. Sahîfesinden 142. Sahîfesine kadar yazılmış olduğundan, buraya dercedilmemiştir” diye yazılmıştır.
▪ Yeni Asya Neşriyat, Lem’âlarda, 18. Lem’â risâlesi tamâmen yazılmıştır,
▪ Osmanlıca Lem’âlarda, 18. Lem’â risâlesi tamâmen yazılmıştır,
▪ Osmanlıca Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, ‘de 18. Lem’â risâlesi tamâmen yazılmıştır,
▪ İnternet üzerinden Risâle-i Nûr okuma imkânı sunan birçok siteden (meselâ, Google üzerinden ‘Risale-i Nur’ diye yazıldığı vakit, gelen sitelerin herhangi birinden) bakılsa, aynı notları görebilirsiniz hatta bâzı sitelerde Onsekizinci Lem’â’yı lâtini hurûf ile de okuyabilirsiniz.
▪ Cep Telefonu’na yüklenebilecek ‘Risâle-i Nûr’ programlarından herhangi birisinden de, aynı notların yazıldığını görebilirsiniz. Ve Osmanlıca Lem’âlar veya Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî’yı tıklayarak Onsekizinci Lem’â’yı okuyabilirsiniz.
Görüyorsunuz ki, 18. Lem’â bir sır değil, saklanmaya da çalışılmamış ve nereden okunacağının da ta’rifi kitapların içinde yapılmış!
BU HUSÛSA İKİNCİ DELÎL:
Onsekizinci Lem’â’nın, lâtini hurûf ile (Türkçe) basılmış risâleler içinde çok yerde bahsi vardır. Hakîkatte, saklanmaya çalışılan bir şey, böylesine âşikârâne bir sûrette heryerde bahsedilmez ve nazar-ı dikkatler kendisine celb edilmeye çalışılmaz. Risâlelerde geçtiği yerleri aynen kaydediyorum:
▪ “sarahata yakın bir surette hem cifir, hem mana cihetiyle Risale-i Nur’a işaretini Onsekizinci Lem’ada izahına binaen, burada ise, orada zikredilmeyen…” (Şuâlâr, Sekizinci Şuâ, Üçüncü Remiz)
▪ “Evet Onsekizinci ve Yirmisekizinci Lem’alarda izah ve isbat edilen…” (Şuâlâr, Sekizinci Şuâ, “İmam-ı Ali’nin (Radıyallahü Anh) Risale-i Nur’a dair üçüncü bir kerametidir.”)
▪ “Evet Onsekizinci Lem’ada Birinci Keramet-i Aleviye’nin izahında, Kaside-i Ercuziye’nin Risale-i Nur ve müellifine dair işarat-ı gaybiyesi beyan edilmiş. İsm-i a’zam ve sekine tabir ettiği esma-i sitte-i meşhuruyla…” (Şuâlâr, Sekizinci Şuâ, Üçüncü Remiz)
▪ “İmâm-ı Ali (R.A.), Şah-ı Geylanî (R.A.), Sekizinci,Onsekizinci, Yirmisekizinci Lem’alar ile ve Sekizinci Şua ile keramat-ı evliya hak olduğunu…” (Barla Lâhikâsı, YirmiYedinci Mektûbun Üçüncü Kısmı ve Üçüncü Zeylin Nihâyetidir)
▪ “Onsekizinci Lem’a olan Keramet-i Aleviye ise,yanlışlıkla onlara, beraber gönderilmiş. Değil o risaleyi tab’etmek, belki en mahrem kardeşlerime de ancak okumasına izin veriyorum. Hem o, dünyaya bakmıyor. Hem ehl-i vukuf ve mahkeme tedkik etmiş, bize iade etmişler.”(Emirdağ Lâhikâsı-1)
▪ “Risale-i Nur’dan İşarat-ı Seb’a”nın bid’acılara şiddetli tokadı ve Sekizinci ve Onsekizinci Lem’a’da İmam-ı Ali’nin (R.A.) ‘Ercuze’de, ülema-is sû’ hakkında dehşetli tokadı…”(Emirdağ Lâhikâsı-1)
▪ “Evet Onsekizinci ve Yirmisekizinci Lem’alarda izah ve isbat edilen iki zahir kerametini teyid ve takviye ederek Kaside-i Celcelutiye’sinde Siracünnur’dan sarahat derecesinde haber verdiği gibi…” (Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, Sekizinci Şuâ, Bir İfâde-i Merâm)
▪ “…fıkralarıyla Risale-i Nur’un üç ehemmiyetli vaziyetini haber veriyor. Bu fıkraların sarahata yakın bir surette hem cifir, hem mana cihetiyle Risale-i Nur’a işaretiniOnsekizinci Lem’ada izahına binaen, burada ise, orada zikredilmeyen ve İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın nazar-ı dikkatini celbeden yalnız üç sırrı beyan edilecek.” (Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, Sekizinci Şuâ, Üçüncü Remiz)
▪ “Evet Onsekizinci Lem’ada Birinci Keramet-i Aleviye’nin izahında, Kaside-i Ercuziye’nin Risale-i Nur ve müellifine dair işarat-ı gaybiyesi beyan edilmiş. İsm-i a’zam ve sekine tabir ettiği esma-i sitte-i meşhure ile daima meşgul olan bir şakirdiyle konuştuğu ve teselli verdiği ve çok emareler ve karinelerle o şakird, Said olduğu isbat edilmiş.”(Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, Sekizinci Şuâ, Üçüncü Remiz)
Ve çok yerlerde Kasîde-i Ercûze ve Celcelûtiye’den ismen bahsedildiği gibi, sâir yerlerde de kısmen muhteviyâtından bahsedilmiş ve izâhlar yapılmıştır. Yâni, Onsekizinci Lem’â’ya dâima dikkatler çekilmiştir.
Elhâsıl, Risâle-i Nûr Külliyatı içerisinde Onsekizinci Lem’â-nın kendi mertebesinde ve sırasında yazılması ve nereden okunabileceğinin ta’rîf edilmesi ve ayrıca Osmanlıca matbu’ların tamamında ise zâten basılmış olması ve buraya kadar yaptığımız izâhlar da dâhil tümü gösteriyor ki; Onsekizinci Lem’â saklanmaya çalışılan bir risâle değildir, ‘gizli tutulmaya çalışılıyor’ hiç denilemez! Belki, ‘mahrem yazılmasının hikmeti ne idi?’ diye ancak sorulabilir.
Evet, bütün bu delîller ve ortaya konulanlar isbât ediyor ki;
Ehl-i i’tirâz ve ifrât’ın, bu husûsta ciddî bir ma’lûmatları, bilgileri olmadığı gibi, tetkîk veya araştırmaları dahi yoktur. Bu gelinen noktadan sonra kalkıştıkları işin mâhiyetini ve mütebâkisini, basîretlerinize havâle ediyorum…
Böyle bir teşebbüs ve niyet olmadığı açıklık kazandığına göre, sebeblerine gelirsek;
Onsekizinci Lem’â, Risâle-i Nûr müellifine, şâkirdlerine ve bâzı vazîfelerine işâret ettiği gibi, umûr-u gaybîyeye ve te’sîs-i İslâmiyete de işâret ettiğinden, o dönemin şartlarında husûsî tutulmuş. Zirâ içinde bâzı hadislerin hakîkatlerinin izâhları olmakla beraber, Kasîde-i Ercûze’de remizli bir sûrette ve tarihleriyle beraber işâret edilerek bahsi geçen ecnebî hurûfunun kabûlü ve cebren ta’lîm ettirilmesi ve ulemâu’s-sû’nun tokatlanması gibi hâdiselerin izâhları nedeniyle bir dönem için mahrem tutulmuş. Nasıl ki Beşinci Şuâ’da böyle idi, o da mahrem tutulmak istenmişti, zira, hadislerin de işâret ettiği ve alâmetlerini bildirdiği Deccâl ve Süfyân bahislerinin olması nedeniyle muvakkaten has bir dâireye mahsûs bırakılmak istenmiş idi. Aynen bunun gibi, Hizmet-i Kur’ân’iye ve Nûriye hesâbına tedbîr niyet edilmiştir. Nihâyetinde, Osmanlıca olarak teksir mecmuâlarında tamâmen basılmış, neşredilmiş ve günümüze kadar da gelmiştir.
Ayrıca yine o dönemlerde, Risâle-i Nûr eserlerine ve bilhassa Hazret-i Üstâd’a yapılan taarruzlar, bitmek bilmeyen tevkifler, tarassudlar ve bilhassa şahsını ve hizmeti çürütme teşebbüsleri nedeniyle de hizmet-i Nûriye’yinin muhafazasına karşı tedbir düşünülmüştür. Zira, Îmâm-ı Ali (radıyallahu anhu) Kasîde-i Ercûze’si içinde, Risâle-i Nûr’a ve şahsına karşı husûsî işâret ve iltifâtlarda bulunmuştur.
Bilmeyen kardeşlerimiz için şunu da belirtelim ki; Hazret-i Üstâd’ımızın şahsına karşı olan teveccüh ve iltifâtları öne çıkarmamak da bir düstur-u esâsiyesi olduğundan, ‘mümkün mertebe’ nazarları şahsından ziyâde, şahs-ı mânevîye’ye çevirmektedir. Şahsından ziyâde, şahs-ı mânevîye’yi nazara vermesi ve bu nev’deki tarz-ı harekâtlarının izâhları ‘Sonra Gelecek O Mübârek Zât’ adlı kitabımızın muhteviyâtı içinde izâh edildiğinden, merâk eden okuyucularımızı o kitabımıza havâle ediyoruz.
Sözün özü: Ehl-i Sünnet’in mânevî büyüklerine karşı edebi de, muhabbeti de bırakmamalı, Allah’ın (celle celâluhu) izni ile, âhirette şefaatlerini umduğumuz ehl-i Sünnet’in bu mübârek ve muhterem zâtlarına karşı da sû-i zann’a girmemeli…
Hucûrat Sûresi’ndeki emr-i İlâhîye’yi unutmamalı:
يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثٖيرًا مِنَ الظَّنِّ اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا
Meâlen: “Ey imân edenler! Çokça zann etmekten içtinâb ediniz (kaçının). Şüphesiz ki, zannın bâzıları günahtır ve tecessüs etmeyin (araştırmayın, eşelemeyin) ve bazılarınız, bazılarınızı gıybet etmeyin.”
~ 18. Lem’â hakkındaki sâir i’tirâzlara da cevâblarla devâm edecek…
Selâmet ve hayır üzerinize, üzerimize olsun…
Ersin Miman
Dipnotlar :
1: Sahîh-i Buhârî, Kitâbü’l-Edeb
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.