Hangi yönden ve hangi cihetten bakarsanız bakınız, içinde farklı kültür ve ırkları barındıran ve yeri geldiğinde memleket ve millet için topyekûn mücâdele veren ve bu farklılıklarla zenginleşen ve kuvvetleşen bir memleketin andının; ayrıştırıcı, ötekileştirici, diğer ırkları ve nesebleri görmezden gelici bir uslûb kullanması, -ne geçmişte, ne de şimdi- ideâl bir yönetici bilinciyle ve şuuruyla örtüşmediğini, günümüz yönetici ve liderlik kitaplarının da ışığında rahatlıkla görebiliyoruz.
Pek iyi bilirsiniz ki, bir çok büyük şirkette ve hatta büyük fabrikalarda amelelerden, mühendis kadrosundan, yönetim grubuna kadar her kademede farklı ırklardan ve kültürden insanlar bulunur. Bir okul bünyesinde de farklı ırktan ve kültürden öğretmenleri ve aynı şekilde bir akademik çalışma grubu da kendi içinde farklı kültürlerden ve ırklardan akademisyenleri barındırabilir. Peki, bütün bu kurumların yönetim kadrosu; bu kurumlarda emeği geçen ve çalışan herkesi hem râzı etmek, hem hoşnût etmek, hem onurlandırmak, hem hepsinin bir arada ve uyumlu olarak çalışabilmelerini sağlamak ve kurumun zarar görmemesi ve en iyi şekilde işlemesi için bütün çalışanlarını ortak maksâd ve gâyeler etrâfında toplayıp, onları birleştirip, motive de ederek yönlendirmesi gerekmiyor mu? Bu, ideâl olan bir yönetimin ve bir yöneticinin en belirgin vasfı değil midir?
Şu asırda ve bu bilgi çağında buna ‘hayır’ denilebilir mi..
Eğer böyle hareket etmez de, belli bir zümreyi ya da kendi nesebini öne çıkarır ve üstün tutan bir anlayışı sergiler ve bir de bunu dayatmaya kalkarsa; çalışanlarının arasında nifak ve fitne sebebi olmaz mı..
Çalışanlarını birleştiremeyen, toplumu birleştiremeyen ve her kesimi kucaklayamayan ve bir de bunun zıddıyla hareket eden; (bilerek veya bilmeyerek) bir fesat unsuru olmaz mı..
Ya siz, kendinize âit işletmenizde bu tarz bir yönetim anlayışını kabûl eder miydiniz?
Bir spor kulübü başkanının veya bir teknik direktörün, böyle bir zihniyet ve yaklaşım ile en ideâl ve pek uyumlu bir spor takımını oluşturabileceğini iddiâ edip, savunabilir misiniz..
Bir memleket yönetmenin; bir spor takımını oynatmaktan, bir fabrika çalıştırmaktan, bir şirket yönetmekten daha fazlasına muhtâç olduğunu da iyi bildiğimize göre…
(…)
■ Bir de asıl rehberlerimize bakalım!
Mâdem biz Müslümanların en hakîki yol göstericisi Kur’ân-ı Azîmmüşşân’dır ve Onu bize ders veren Resûl-ü Ekrem aleyhissalâtu vesselâm’dır ve O Peygamberin (aleyhissalâtu vesselâm) yolundan giden vârisleridir, bizde Onlara müracaat edelim.. Edelim ki; mukaddesattan ders almamış beşerin hatalarına düşmeyelim..
Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselâm “İdârecilerinizin en hayırlısı, sizi seven ve sizin de kendisini sevdiğiniz, duâ ettiğiniz, onların da size duâ ettiği kimselerdir.” (Sahîh-i Müslim, Kitâbü’l-İmâre) diye buyurmuşlardır. Burada şu nüansa dikkat; idârecilerinizin en hayırlısı sizi seven… yâni sizi kucaklayandır, ayrıştıran değil mânâsını görelim..
“Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir kadından yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, Allah katında en şerefliniz, en üstün olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haberdâr olandır.” (Hucurât Sûresi, 13) Allah katında makbûliyetin ve hakîki mutluluğun; ırk, soy ve kabileye bağlılık ile değil, ancak takva ile olduğunu Kur’ân bize açıkça beyân ve ihtâr ediyor!
Allah’ın Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm) Vedâ Hutbesinde: “Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir.Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır.Arabın arab olmayana, arab olmayanında arab üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahında kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâda, Allahtan korkandadır. Allah yanında en kıymetli, en değerli olanınız Ondan en çok korkanınızdır”
O vakit, ‘ne mutlu kürdüm’ demekle değil, ‘ne mutlu almanım’ demekle de değil, ‘ne mutlu arabım’ demekle de olmadığı gibi, ‘ne mutlu türküm’ demekle de olmuyor. Zirâ, sefâhatte ve günahlar içinde yaşıyorsa, imânını kaybetmiş ve dalâlete düşmüşse de mi; ona ‘ne mutlu’!?
Ve imânını kaybedenin soyu ve nesebi, onu Cennete sokar mı!?
Memleketimizde yirminin üzerinde farklı ırklara, neseblere, soylara mensûb etnik grup var ve berâberce yaşıyoruz ve hep birlikte bu memleketimize hizmet edeceğiz. Bir yandan bu memleketimizi istikbâlde taşıyacak ve ‘omuz omuza’ hareket edecek ferdler yetiştireceğiz, bir yandan da okul bahçelerinde farklı soylara, farklı ırklara mensûb olan evlâdlarımıza ‘türklüğü dayatacak’ ve türk olmayanları inciteceğiz. Vicdânınızda düşününüz, empati yapınız; eğer siz Almanya’da yaşayan ve orada okula giden ve ileride o memlekette çalışacak ve hizmet edecek biri olsaydınız, ‘ne mutlu almanım diyene’ denildiği zaman ne hissederdiniz?
Bir de üstüne sizlere de söylettirildiği ve zorla da ezberletildiğinde..?
Eğer bunları kabûl etmiyorsanız, bu asrımızın pedogoglarına ve psikoloji alanında çalışan ehl-i ihtisasa danışınız ve onların yazmış olduğu çocuk ve nesil yetiştirmeye dâir kitaplarını alıp mütalaa ediniz.. Doğru bildiğimiz ne çok yanlışımız varmış, anlayacaksınız. Sonra bu mes’eleyi tekrar düşünürsünüz..
Biz memleketimizi istikbâle taşımayı istiyoruz. Eğer hakîkaten bu ülkenin birliğini ve bütünlüğünü düşünüyorsak, bu geniş âile ferdlerimizin hepsini kucaklayacağız zirâ, her biri bu memleketin bir ferdidir..
“Ancak mü’minler birbirinin kardeşidirler. Öyle ise, kardeşlerinizin aralarını ıslâh edin.” (Hucurât Sûresi, 10) âyeti de bize pek hakîkatli ve ehemmiyetli bir ders veriyor. Hangi ırktan olursa olsun, Mü’minlerin ‘kardeş’ olduğunu ve âyetin devâmında ‘aralarını ıslâh edin’ ihtârıyla da, ‘ayrıştırma’ değil, ‘kaynaştırma’ yapmamızı Kur’ân bize açıkça emrediyor..!
Ve bu menfî milliyetçilik mes’elesi ise;
“Ben اَلاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ fermân-ı kat’îsiyle, eski zamandan beri menfî milliyet ve unsuriyet-perverliğe, Avrupa’nın bir nevi firenk illeti olduğundan, bir zehr-i kâtil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o firenk illetini İslâm içine atmış; tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür.” (Mektûbat)
■ Peki, biz ırkımızı sevmeyecek miyiz?
Elbette ırkımızı severiz ve sevmekte de hiçbir beis yoktur. Yeter ki; üstün tutmayalım ve milliyet-i İslâmiye’nin de önüne getirmeyelim. Unutmayalım ki; asabîyet-i câhiliyeyi (câhiliyet dönemi ırkçılığını), İslâmiyet terk etmiştir.
Bu nedenle de hakîki ve şuurlu bir Mü’min; milliyetçilik gâyesi gütmez ve taşımaz, bilakis hayatını, gâyesini ve maksadını yalnızca İslâm ve Müslümanlara hizmet bilir. “Şüphesiz Allah, Mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği Cennet karşılığında satın almıştır. Artık onlar, Allah yolunda mücâhede ederler..” (Tevbe Sûresi, 111) âyetinin de ihtârıyla, bu uğurda yaşamaya azamî gayret eder.
Cenâb-ı Hakk (c.c.) memleketimizi ve inananları, her türlü fitneden ve fitne teşebbüslerinden muhâfaza buyursun. Âmin..
Selâmet ve hayır üzerinize, üzerimize olsun..
Ersin Miman
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.