OnSekizinci Lem’â İ’tirâzlarına Reddiye – (Me’haz Bahsi)
Onsekizinci Lem’â hakkında ‘Mahremdir Bahsi’ başlığı ile yazdığımız ilk makâlemizden sonra, ‘Me’haz Bahsi’ altında devam ediyoruz.
İlk makâlemizde yazmıştık ki;
“Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri tarafından te’lif edilen ve Osmanlıca Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî eserinin içinde yer alan ve İmâm-ı Ali’nin (radıyallahu anh) bir kerâmet-i gaybiyesi olarak bildirilip, kaside-i Ercûze’nin ehemmiyetini ve mevzuunu izâh eden ve Otuz Birinci Mektûb’un On Sekizinci Lem’â’sı nâmıyla tesmiye edilmiş olan bu risâle hakkında, i’tirâzların vuku’u bulduğunu ve zihinlerin de iğfâl edildiğini görüyoruz.
Ekser, ‘ehl-i i’tirâz’ diyerek işâret ettiğimiz bu gürûha, bu makâlelerimizde ‘ehl-i ifrât’diyeceğiz, zirâ bu, On Sekizinci Lem’â hakkında haddi aşan ithâm ve tenkîdleri sebebiyledir ve daha da ileriye giderek ‘On Sekizinci Lem’â bir küfürdür ve burada yazılanlara inananlar ve kabûl edenler de küfür içindedir’ demeye kadar işi götürmelerindendir.
Bu tâifenin bu hezeyânlarını dikkate aldığımız veya muhâtâb kabûl ettiğimiz için değil, her zaman tekrar ettiğimiz üzere, bu ehl-i ifrât tâifesini seyredenlerin, dinleyenlerin ve Risâle-i Nûr eserlerini ve müellifini tam bilmeyenlerin kalplerine ve zihinlerine yerleşebilecek şekk ve şüphelere karşı, hakîkatı izâh gayretiyle kaleme alıyoruz.” 1
Bahsi geçen hâdise şudur ki;
Hz. Ali’ye radıyallahu anhu, huzur-u Nebevî’de iken Cebrâil aleyhisselâm tarafından Sekine nâmıyla bir sayfa, Hz. Ali’nin radıyallahu anhu kucağına bırakılıyor. Ehl-i Sünnet mâbeyninde herhangi bir i’tirâzın vuku’ bulmadığı bu hâdiseye, ehl-i ifrât gürûhu i’tirâz etmekle kalmıyor, bu hâdiseyi kabûl eden ve inananların tamamının küfürde olduğunu da ilân ediyor. Ve Onsekizinci Lem’â’da bahsedilen bu hâdise nedeniyle de, Bedîüzzaman Hazretlerinin, başına ‘mahremdir’ yazmasının hakîkatte içindeki küfrü saklamak niyetiyle olduğunu da (dehşetli bir hezeyânla) ilâve ediyor.
‘Mahremdir yazılmasına’ ilk makâlemizde cevâb verilmiş, izâhı ve isbâtı yapılmıştır. O makâlemizin okunmasını önemle tavsiye ediyoruz.
Bu makâlemizde ise, me’hâze (kaynağa) dâir yapılan yanlış isnâdların doğrusunu gösterip, hem inkârına, hem On Sekizinci Lem’â-nın tek kaynak olarak gösterilmesine ve hem de i’tirâz edilen hâdisenin oluş biçiminin Hazret-i Üstâd’ın tasvîri olduğu isnâdına karşı, hakîkatini izâh edeceğiz.
Onsekizinci Lem’â’da, Bedîüzzaman Hazretleri,
“Şu acîb Lem’ânın ehemmiyeti üç noktadan geliyor. Birincisi ve mühimmi: Gizli kalmış, gaybî mühim bir mu’cize-i Ahmediyeyi aleyhissalâtu vesselâm cevâmiü’l-kelim nev’inden iki cümleden ibâret bir hadis-i şerîf, iki sâhife kadar hakâik-ı târîhiyeyi ve iki devlet-i azîme-i İslâmiyenin hâtimelerini ifâde ediyor.
İkincisi: Kerâmât-ı evliyâ hak olduğuna kat’î bir burhân gösteren Hazret-i Ali’nin radıyallahu anhu, latin hurûfunun kabûlünü tam tarihiyle ve tarz-ı tatbîkini iki kelime ile göstermesidir.
Üçüncüsü: Risâle-i Nûr şâkirdlerine ve nâşirlerine karşı Hazret-i Ali’nin radıyallahu anhu irşâdkârâne ve teveccühkârâne bakması ve işâret etmesidir.
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
Hazret-i Gavs-ı A’zam Şeyh-i Geylânî’nin kuddise sirrûhu sarâhat derecesindeki kerâmet-i gaybiyesini te’yîd ve takviye eden, Hazret-i Esedullâhi’l-Gâlib Ali İbn-i Ebî Tâlib radıyallahu anhu ve kerremallâhu veche, Kasîde-i Ercûze-i meşhûresinde aynen ihbârât-ı Gavsiyeyi tasdîk edip işâret ediyor. Mecmûatü’l-Ahzâb’ın beş yüz seksen iki sâhifesinden beş yüz doksan yedinci sâhifesine kadar, o Ercûze’dir. O Ercûze’nin mevzuu ve içindeki maksad-ı aslî, İsm-i A’zam’ı tazammun eden altı ismin ehemmiyetini beyân etmek, hem o münâsebetle istikbâldeki bir kısım umûr-u gaybiyeye ve te’sîs-i İslâmiyetteki bir kısım mücâhedâtına işâret etmektir.” 2
diyerek Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî Hazretlerinin Mecmuâtü’l-Ahzâb adlı eserini kaynak olarak kaydetmiştir.
Elhâsıl, Hz. Ali’nin radıyallahu anhu huzur-u Nebevî’den iken, Cebrâil’in aleyhisselâm gelerek Sekine namıyla bir sayfayı kucağına bırakması, Bedîüzzaman Hazretlerinin ilk kez haber verdiği veya ilk kaynağı kendisinin olduğu bir bilgi değildir. Kendisinin bir ta’rifi veya ifâdesi olmayan bu hâdiseyi, Kaside-i Ercûze içinde başka hâdiselerle birlikte anlatan bizzat Hz. Ali’nin radıyallahu anhu kendisidir.
{ Ehl-i i’tirâzın, Hz. Ali’ye (r.a.) verilen sayfa için sürekli ‘kitap’ diye bahsetmeleri, arapça صحيفة kelimesinin kitap mânâsına da geliyor olmasındandır. Fakat onların kasıtlı olarak ‘kitap’ diye telaffuz etmeleri ve nazara vermeleri ise, Kur’ân ile karşı karşıya getirme gayretlerindendir diye anlıyoruz. }
İlgili satırları Mecmuâtü’l-Ahzâb’dan gösterelim:
“Bunun üzerine kucağıma sâhife düştü – Onun yazısı şerefli bir dâire şeklinde idi”
“Cebrâil aleyhisselâm dedi ki: ‘Yâ Âli, Onu al – Çünki o, Yüce Rabbinin sekinesidir”.
“Sesini işittim fakat hayâlini görmedim – Fakat bana gök kuşağı gibi göründü.”
(Bu ifâdelerin ve ta’rîfin sâhibi, bizzat Hz. Ali’dir radıyallahu anhu.)
{ Sâhife’yi, Hz. Ali’ye (r.a.) Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselâm mı verdiler, yoksa Cebrâil aleyhisselâm mı? Beyti, biraz daha evvelinden itibâren kaydedelim :
“…. Beşîr aleyhisselâm beni çağırdı / Ve buyurdu ki; ‘Senin Basîr olan Rabbin şu müjdeyi verdi / Sana öyle tılsım hediye etti ki, onunla düşmanlar / Kahr olup, zehr olur. Öyleyse o Hâdiye şükret’ / Bunun üzerine kucağıma sâhife düştü / Onun yazısı şerefli bir dâire şeklinde idi / Cebrâil aleyhisselâm dedi ki; ‘Yâ Ali, onu al / Çünkü o Yüce Rabbinin sekinesidir / Seni korktuğun kötülükten korur / Düşmanla karşılaşınca onları zayıflatır / Sesini işittim fakat hayâlini (kendisini) göremedim / Fakat bana gökkuşağına benzer olarak görüntü “
Hz. Ali’nin (radıyallahu anhu) çağırılmasından sonra, oturduklarını ve konuştuklarını anlıyoruz. Zirâ, Hz. Ali’nin sâhife kucağıma düştü diyebilmesi için oturuyor olması lâzımdır. Hz. Peygamberin de aleyhisselâtu vesselâm, edeb-i nebevî ve ikrar ettiği hadisi üzere o dahi oturuyor olmalı. Velev ki, ayakta olsunlar yâhut oturuyor olsunlar, Hz. Ali’nin kucağına o sayfayı bırakmasını elbette Hz. Ali görecek ve bilecek idi. O vakit, kucağıma düştü demez, Hz. Peygamber aleyhisselâtu vesselâm bana bu sâhifeyi verdi derdi. Fakat kucağıma düştü demesi, gâibâne bir tarzda vuku’ bulduğunu bize hisettiriyor.
Hz. Peygamber’in aleyhisselâtu vesselâm kendisine bu müjdeyi vermesinde sonra, Cebrâil aleyhisselâm’ın huzûr-u Nebevî ‘de Hz. Ali’nin kucağına bu sâhifeyi bıraktığını anlıyoruz. Sonrasında sesini işittim ve kendisini göremedim fakat gökkuşağına benzer olarak göründü demesi de bu mânâyı gösteriyor kanaatindeyiz. Çünki, Hz Peygamber aleyhisselâtu vesselâm zâten kendisini bizzat çağırmış ve kendisine açıkça görünmüş olduğundan, bu ifâdeyi Cebrâil aleyhisselâm hakkında sarf ettiğini anlıyoruz. }
Heryerde bahsedilmemiş olmasından dolayı inkâr ve reddedilmesine gelince;
“Ramazan hilâlinin sübutunu ihbar eden iki adam, binler münkirlerin inkârlarını hiçe atarlar.” 3
Evet aynen öyledir, sözüne güvenilir olan, dâima doğruluk ve sıddîkıyet üzere bulunan ve umûmun kabûl ve tasdîk ettiği mütedeyyin ve ehl-i takvâ zâtların Kasîde-i Ercûze hakkındaki beyânları ve eserlerinde umûma ilânları ve dahası, çok sırları ihtivâ etmesi ve istikbâlde vuku’ bulacak birçok hâdiseden haber vermesi ve haber verdiği gibi de aynen vuku’u gösteriyor ki; gâyet sırlı ve remizli olan böyle bir kasîdenin herhangi bir kalemden sudûru mümkün değildir.
Kasîde-i Ercûze hakkında, “ihbâr edenler yalancı ve hurâfeci ve bu kasîde uydurmadır”diye diretenlerin evvelen uydurma olduğunu isbât etmeleri, sonrasında da bir mislini ortaya koymaları gerekmektedir!
Hem, “senedini bilmiyoruz” diyerek “yalan” isnâdı yapmak ilmî ve akılcı bir yaklaşım olmadığı gibi, dikkate alınabilir de değildir. Zirâ elimizde, istikbâli görür gözlerle kaleme alındığını gösteren bir eser vardır…
“O Ercûze’nin mevzuu ve içindeki maksad-ı aslî, İsm-i A’zam’ı tazammun eden altı ismin ehemmiyetini beyân etmek, hem o münâsebetle istikbâldeki bir kısım umûr-u gaybiyeye ve te’sîs-i İslâmiyetteki bir kısım mücâhedâtına işâret etmektir.” 4
Evet, senedinin zikredilmemiş olması, böyle bir eserin hakîkatte olmadığına ve hurâfe isnâdı yapılabilmesine meydan vermez. Nasıl ki, asırlar öncesinde arkeolojik çalışmalar yapmasıyla tanınan ve bilinen bir ehl-i ihtisâs, o dönemde elinde olan bir kitâbe’den, yazıttan bahsetse ve eseri de ortaya koysa, sonra istikbâlde biri çıkıp o kitâbe üzerindeki yazıların gizemlerini tesbît edip, bir takım hâdiselerden haber verdiğini izâh ve isbât etse ve gösterdiği gibi de vuku’ bulduğu anlaşılsa, doğru çıktığı görülse, amma velâkin bu kitâbeyi bize haber veren nereden bulduğunu yazmamış olsa, biz şimdi senedi yok diyerek o şahsı yalancılıkla ithâm edip, takdîm etttiği esere de hurâfe ve hezeyandır mı diyeceğiz? Hangi ilim ve ilim adamı bunu kabûl ve tasdîk eder!?
Görüyorsunuz ki, ‘gözünü kapamakla, ancak kendine gündüzü gece yapar’ demek olan bu gibi vesveseli ve sathî nazarlardan süzülen indî (kişisel) görüş ve kanaatlerin, itibâra alınacak bir değeri ve kıymeti yoktur.
Hem o dönem eserlerinde ekseriyetle kaynak yazılmadığı yâni böylesi bir ihtiyacın hissedilmediği de bilinen bir hakîkattir.
Ayrıca bunu da ifâde edelim ki; bu hâdiseyi yâni Hazret-i Cebrâil’in aleyhisselâm sayfa getirmesini, bozuk fikirlerinin sâikıyle, erkân-ı imânîyeye ait bir mesâil gibi göstermeye çalışıyorlar.
Halbuki bu hâdisenin vuku’una dînen inanmak gibi bir mecbûriyet olmadığı halde..
Dikkat ediniz ki; bu hâdisenin umûma ilân edilmemiş olması, ahkâm-ı dîniyeye ait olmadığına zâten açık bir delîldir.
Ne Îmâm-ı Ali’nin radıyallahu anhu, ne de huzurunda bulunduğu Resûl-ü Ekrem aleyhissalâtu vesselâm Efendimizin bu hâdiseyi umûm Sahabelere ilân etmemesi, duyurmaması, heryerde bahsedilmemiş olması; âyet veya hadis mertebesinde olmadığına ve aynı mâhiyette ve keyfiyyette bulunmadığına açık bir delîldir ki; yalnızca Îmâm-ı Ali’nin radıyallahu anhu bir kasîdesi mertebesinde kalmış.
Eğer aksi olsa idi yâni, ahkâm-ı dîniyeye ait olsaydı, elbette hem hıfzı da, hem ilânı da açıkça olacak, o vakit mâhiyeti ve keyfiyyeti de bütün bütün başka olacaktı…
Bu hâdiseye bakar ehemmiyetli ve mühim bir düstûru hatırlatalım; istikbâle dâir haberler, ehl-i keşîf mâbeyninde perdesiz bir sûrette hiçbir zaman ayân ve beyân olarak umûma izhâr ve ilân edilmezler!
“Malûmdur ki: İstikbalden haber veren enbiya ve evliya لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ yasağına karşı hürmet ve teeddüb için, işaretler ve rumuzlarla iktifa etmişler. Bazı bir işaret, bazı iki işaret, en kuvvetlisi beş-altı işaretle aynı hâdiseyi göstermişler.” 5
Hatta nasıl ki Peygamberlerin aleyhimusselâm mu’cize göstermeleri hak olduğu halde, mu’cizeleri dahi belli bir dâireye mahsûs kalmıştır yâni, umûm nev’-i beşere aynı anda gösterilmemiştir, hatta kelâm cihetiyle dahi istikbâle bakar hâdiseler sarîh bir sûrette ta’rif ve izâh edilmemiştir. Hem çok hâdise vardır ki, umûm Sahâbelere de aktarılmamış veya söylenmemiştir. Nasıl ki Peygamber Efendimiz aleyhissalâtu vesselâm, Hazret-i Osman’ın radıyallahu anhu istikbâlde başına gelecek hâdisatından ona bahsetmiş ve sır olarak haber vermiş ve ashâb-ı kirâm’ın büyüklerinden olan Ebû Abdullah Huzeyfet’übnü Yemân’a da radıyallahu anhu çok sırlar vermiş, elbette ki Îmâm-ı Ali’ye de radıyallahu anhu istikbâlde başına gelecek hâdiselere karşı kendisine bâzı sırların verilmesi ve o dehşetli hengâm içinde bir istimdâd ve meded olacak husûsi bir münâcâtın eline verilmesi, i’tirâz edilecek bir hâdise değildir!
Eğer Hazret-i Cebrâil’in aleyhisselâm gelmesi ve bir sâhife vermesi zihinlere sığdırılamıyorsa, bununla ilgili izâhlarımız bir sonraki makâlemizin konusudur.
Bir cihet daha kaldı ki, ilhâm ve keşîf tarîkiyle nasîb olanlar… Meselâ, Evrâd-ı Kudsiyye, Şâh-ı Nakşibendî’nin kudsî bir evrâdı olup, Hz. Peygamber’den aleyhissalâtu vesselâm âlem-i ma’nâda almıştır. Dikkat ediniz bir silsile ile gelmemiştir, Şah-ı Nakşibendî’nin nasîbidir, ona ihsân edilmiştir. Kendisi de bu kudsî evrâkı bizlerle paylaşmıştır. Bugün ehl-i îmân’ın ekseriyetinin okuduğu ve vird edindiği ve üzerinde taşıdığı Cevşenin de kendisine mahsûs bir silsilesi zikredilmişse de, umûm Sahâbeler’den nakledilmemiştir.
Mâdem ilhâm’ın hakk olduğu âyet ile sâbittir, Hz. Ali radıyallahu anhu tarafından bizzat kaleme alınmış olan Kasîde-i Ercûze’nin de bizlere intikâli bu nev’den olabilir. Buna bir mâni yoktur. Eser ortadadır, reddi kâr-ı akıl değildir. İlhâm’ın hakk olduğuna dâir “İlhâm’ı Reddedenlere Bir İzâh ve Cevâbdır” ve “İlhâm Tebliğ Edilebilir mi?” adlı makâlelerimizde tafsilatlı bir izâh ve isbât yapıldığından, sizleri o makâlelerimize havâle ediyoruz.
Kıymetli kardeşlerimiz,
Böyle bir bilginin kaynağı husûsunda ‘yalan veya iftirâdır’ isnâdı yaparak, uhrevî bir mes’ûliyete girmek yerine, eh-i Sünnet’in büyüklerine karşı ölçüde taşmamak ve edebe muhâlif olmamak ve haddi de aşmamak noktalarında çok dikkatli olmak lâzım gelir. Mâdem ki bu zâtlar bütün hayatlarıyla İslâm’a hizmet etmişler ve Kur’ân’a sıkı sıkıya yapışmışlar ve umûm onları bilen ve tanıyanlar ile tarihçe-i hayatları sâbittir ki; bu zâtlar ümmet içinde havâss mertebesinde kabûl edilmişler ve nâil de olmuşlardır, meselâ; Îmâm-ı Gazâlî radıyallahu anhu gibi kendisi hakkında ittifakla müceddidliği kabûl edilmiş bir zâtın, böyle bir ünvânla anılması ve öyle olduğu hakkında ehl-i Sünnet’in ittifâk etmesi, kendisi hakkında ziyâde bir ta’rife ve izâha ihtiyaç bırakmadığı gibi… O vakit bu zâtlara yalan ve hele hele de küfür isnâd etmek; aklın, insâfın, vicdânın hâricine çıkmaktır ki, küfür ithâmı husûsunda ihtâr-ı Nebeviye’ye de göz kapamaktır! Evet, câhilin cesâreti çok olur derler…
Eğer anlayamıyor ve idrâk edemiyorsak, o vakit âlemimizde olmayan, ruhumuza sirâyet etmemiş mânâ âlemlerinden yoksunluğumuza ve yoksulluğumuza ağlamalı…
‘Herşey bize mâ’lûm değil’ ve ‘herşey bizim mâ’lûmumuza da tâbî değil’.
Her anlayamadığına ‘hurâfedir’-‘yalandır’ diyen bir akıl, nasıl ehl-i ilîm olabilir ve size yol gösterebilir..!
“Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telakki ettiği selef-i sâlihînin cadde-i nuranîlerini terkedip heveskârane, hevaperestane, riyakârane, şöhretperverane, bid’akârane işlerde ve harekâtta bulunsa; manen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkie düşer.” 6
~ 18. Lem’â hakkındaki sâir i’tirâzlara da cevâblarla devâm edecek…
Selâmet ve hayır ile kalınız…
Ersin Miman
Dipnotlar :
1: Bakınız: “18. Lem’â İ’tirâzlarına Reddiye – Mahremdir Bahsî” adlı makâlemiz.
2: ‘Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, Osmanlıca’ veya ‘Sikke-i Tasdîk-i Gaybî Mecmuâsı, Lâtîni, Altınbaşak Neşriyat’
3: Asâ-yı Mûsâ, Hüccetillahi’l-Baliğa Risâlesi, Altıncı Hüccet-i Îmâniye
4: ‘Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, Osmanlıca’ veya ‘Sikke-i Tasdîk-i Gaybî Mecmuâsı, Lâtîni, Altınbaşak Neşriyat’
5: Lem’âlar, Sekizinci Lem’â-nın Fihristesnden Bir Parça
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.