Günümüzde ilhâm’ı, sünûhâtı reddeden, kabûl etmeyen ve Cenâb-ı Hakk’ın (c.c), Peygamberlerinden başka aleyhimüsselâm beşer ile bir konuşması ve irtibâtının olmayacağını iddiâ eden ve ilhâm ile yazılmış eserleri kabûl etmeyenlere ve ilhâmı, vahiy ile bir göstermeye çalışanlara şâhid oluyoruz ve bu minvalde ehl-i sünneti de tenkîd etmelerine mukâbil, işin hakîkatini delîlleriyle izâh edip, isbât edeceğiz.
Evvelâ, ilhâm nedir, sünûhât-ı kalbiye ne demektir bilmeyenler için bunun târifini lugatlardan yapalım ve insanda ilhâma mazhâriyet kesbedecek bir latîfe, bir his, bir duygu var mı onu mütâlaa edelim. Sonrasında da, hadis ve âyetlerden ilgili delîlleri nakledip mes’elemizi tamamlayalım.
Bu kelimelerin, kavramların lugatların içinde bulunması gösteriyor ki; beşer içinde istimâl edilmiş, tesbît edilmiş ve hatta vuku’ bulmuş ki; lugatlara girmiş, tanımları, ta’rîfleri yapılmış.
Kâmûsu’t-Türkî, Şemseddin Sâmi – İlhâm: 1. Hakk Teâla abdinin kalbine bir şey ilkâ (koymak, bırakmak) etme : kendisine bu hakikat ilhâm olundu; ancak ilhâm tarîkıyle hidâyete nâil oldu. 2. من طرف الله (Allah tarafından) Birinin kalbine ilkâ olunan şey: bu bir ilhâm-ı Rabbaniyedir. Sözleri ilhâmât kabîlindendir.
El-Beyân, Arapça-Türkçe Büyük Sözlük – İlhâm: Masdar’ı: الْاِلْهَامُ 1. Allah’ın, insanın kalbine bir şey telkîn etmesi. 2. Kalbe veya akla telkîn olunan mânâ veya fikir. 3. Kalbe doğan şey, kalbe doğma, vahy-i İlâhî. أَلْهَمَ: 1. Allah, kulun kalbine feyiz yolu ile bir şey telkîn etmek (etmesi). 2. Birine bir şey eriştirmek. 3. Haber vermek.
Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ferit Devellioğlu – İlhâm: (ç: ilhâmât) 1. Allah tarafından insanın gönlüne bir şey doğdurulma. 2. Peygamberlerin kalbine gelen İlâhî düşünceler. [bâ’zan vahî mânâsında da gelir.] 3. Gönüle doğan şey 4. İçe, gönüle doğma.
Kâmûsu’t-Türkî, Şemseddin Sâmi – Sünûhât-ı kalbiye: (Sünûhât) Akla ve hatıra gelme. Hutûr: Hatırıma böyle bir fikir sünûh etti; “bu tertîb sırf kendi sünûhâtındandır…”
Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ferit Devellioğlu – Sünûhât-ı kalbiye: Sünûh: 1. Akla, hatıra gelme, içe doğma. 2. Çıkma, zuhûr etme, vâki olma. Sünûhât: Akla, hatıra gelen, içe doğan şeyler.
İlhâm ve Sünûhat-ı Kalbiyenin, lugatlarda ittifâk eden mânâlarını okuduk. Bu kelimelerin lugatlarda izâh edilen mânâlarını öğrendikten veya hatırladıktan sonra her insanın ilhâmlara az ya da çok mazhâriyeti olduğunu ve ilhâmın da mertebelerinin bulunduğunu mütâlaa edelim.
Şâirlerin şiir yazmasında, müzisyenlerin beste yapmasında az yada çok, bâzen veya sıklıkla ilhâma mazhâr olmaları var mı.., yok mu..?
Elbette var… Bunu kendileri de i’tirâf ediyor. Masa başında geçen saatlere ve günlere bedel, bâzen bir anda kalemin ucundan mısrâların dökülmesi veya notaların içsel bir his ile coşarak akması bu tür sanatçılarda görünen ve yaşanan bir durumdur.
Hatta bu tarz bir iç hissi, birçok insan günlük hayatında ve yaptığı işlerinde de yaşar. Yalnızca sanatçılara has bir durum değildir. Biraz dikkat edilse farkedilebilir. Hem yine insanların içinde zaman zaman sanki kendisiyle konuşan bir sesi veya telkninâtı herkes vicdânında işitir ve bilir. Bu içsel telkînler, konuşmalar; iç âlemimizde ve fıtratımızda bulunan bâzı latîfelerin, hislerin, mânevî duyguların varlığını açıkça gösteriyor. Nitekim, ‘sezgi’ yâhut ‘üçüncü göz’ veya ‘altıncı his’ gibi isimler ile tanımlanan ve dünyânın da artık kabûl ettiği bir takım mânevî duyularımız var.
Hayâtımızda çok kez şâhid olduğumuz şu ifâdeler meselâ; ‘İçime doğdu’, ‘içimden bir ses dedi ki…’, ‘rü’yamda gördüğüm gibi çıktı’, ‘kalbime böyle bir his gelmişti’, ‘bana hep malûm oluyor’ hep bu minvaldedir. Bu hissiyatlar her insanda az yada çok farklı seviyelerde ve derinliklerde bulunur ve hâricimizdeki hâdiseleri bize hissettirdiğine şâhid oluyoruz, meselâ; bâzı anne-babaların evlâtları hakkında, onları görmedikleri halde başlarına gelen elîm hâdiseleri hissetmeleri ve yine bâzı hâdiseleri vuku’ bulmadan evvel bir hiss-i kable’l-vuku’ sûretinde hissedenlerin bulunması, bütün bu hâriçteki hâdiseler ile ruhumuz arasındaki bir irtibâta, bir münâsebete işâret ediyor!
O halde bu hislerin, hariç ile bir münâsebeti, gözümüzle görmediğimiz bir ilişkisi, bir râbıtâsı var..
Bakınız Abdullah b. Mes’ûd’dan (r.a.) rivâyet edilen bir hadis bu hakîkatten haber veriyor:
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “İnsanoğluna şeytanın vesvese vermesi, meleğin de ilhâm etmesi vardır.” (Sünen-i Tirmizî, Kitabü’t-Tefsîri’l-Kur’ân, 2988)
Bir de rü’ya mes’elesine gelelim.. Başımıza gelecek bâzı hâdiseleri bize haber veren rü’yaları inkâr edebilir miyiz..!
Rü’yalar için yazılmış te’vil kitaplarının olması ve hadis kitaplarında rü’ya bâblarının bulunması hem Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’daki rü’ya âyetleri, rü’ya’nın hak olduğuna ve bâzı yaşanacak hâdiselerin vuku’ndan önce rü’yalarla haber verilebildiğini de bize gösteriyor.
Hem bu rü’yaların yalnızca Peygamberlere aleyhimüsselâm hâs olmadığını yine Kur’ân, bize Yusûf Sûresi, 36. âyet ile öğretiyor, meâlen : “Onunla beraber zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri, ‘Ben rüyamda şaraplık üzüm sıktığımı gördüm’ dedi. Diğeri, ‘Ben de rüyamda başımın üzerinde, kuşların yediği bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bize bunun yorumunu haber ver. Şüphesiz biz seni iyilik yapanlardan görüyoruz’ dedi.”
Hem aynı Sûrenin 43. âyetinde, meâlen : “Ve hükümdar dedi ki: ‘Ben rüyâmda yedi semîz sığır görüyorum ki, onları yedi zayıf (sığır) yiyor ve yedi yeşil başak ile yedi de kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Eğer siz rüyâ tâbir ediyorsanız, benim rüyâmı bana yorumlayınız.’” demesi meşîet-i İlâhiye ile (yâni, Allah dilerse) istikbâlde vuku’ bulacak hâdiselerin rü’ya vâsıtasıyla da bildirildiğine Kur’ân’dan açık birer delildir. Nitekim Hz. Yusûf aleyhisselâm bu iki âyetteki rü’yaların tabîrini bildirdi ve aynen tabîr ettiği gibi istikbâlde vuku’ buldu.
Enes b. Mâlik (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Risâlet ve Nübüvvet sona ermiştir. Benden sonra ne Rasûl ne de Nebî gelmeyecektir.” Bu haber Müslümanlara zor gelince Rasûlullah (s.a.v.) “Fakat sevindirici müjdeleyici şeyler vardır” buyurdu. Ashab: “Ey Allah’ın Rasûlü bu sevindirici şeyler nelerdir?” diye sorunca Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Müslümanın rüyasıdır ve rüya Peygamberliğin bir parçasıdır.” (Sahîh-i Buhârî, Kitâbü’t-Ta’bîr; Sünen-i Tirmizî, Kitâbü’r-Rü’yâ; Sünen-i İbn-i Mâce, Kitâbü Ta’bîri’r-Rü’yâ)
Demek bu nev’deki râbıtalar ve ilhâmlar yalnızca Peygamberlere aleyhimüsselâm has değil, eğer Cenâb-ı Hakk (c.c) dilerse ve isterse, dilediği kuluna ihsân ediyor, ona bildiriyor, gerek meleğin ilhâm etmesiyle, gerekse rü’yâlarla husûsi lütûflarına mazhâr ediyor.
Bir de şunu da nazardan kaçırmayalım; hayvanların da sevklerine, hallerine ve vâziyetlerine dikkat edilse, pek acip işleri icrâ etmeleri gösteriyor ki, onlar dahi başıboş değil ve onlar da bâzı işlerinde bir sevk ile, bir his ile hareket ediyorlar. Meselâ; daha önce hiç yuva yapmamış bir kuş, birden vakti gelince, hem de yalnızca bir gaga ile, hârikûlâde bir yuva yapması bize gösteriyor ki; mahlûkat içinde ancak insandan sonra mevkî alabilen hayvanatta böylesi bir his ve sevk olursa, insanda daha ekmel bir tarzda olması lâzım geldiğini normal ve bozulmamış bir akıl kabûl ve tasdîk eder.
Buraya kadar yaptığımız izâhlar ve gösterdiğimiz delîller; bir yönlendirmeden, telkînattan, bir haber vermeden, bir hissettirmekten, bir râbıtadan, bir nev’i konuşmanın ve iletişimin varlığından ve husûsi bir ihsândan ve bunlara mazhâriyetimiz için fıtratımızda olan bir hisden, bir duygudan haber veriyor ki; işte beşerde bunun zuhuru ‘ilhâm’ yoluyladır. Aynen lugatlarda da izâh edildiği gibi.. Kur’ân’ın ve hadislerin de bize bildirdiği gibi…
Evet, Şûrâ Sûresi, 51. Âyette bakınız ne diyor:
وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ اَنْ يُكَلِّمَهُ اللّٰهُ اِلَّا وَحْيًا اَوْ مِنْ وَرَائِ حِجَابٍ اَوْ يُرْسِلَ رَسُولًا فَيُوحِىَ بِاِذْنِهٖ مَا يَشَاءُ اِنَّهُ عَلِىٌّ حَكٖيمٌ
Şûrâ Sûresi – 51. âyet
Meâlen: “Allah bir insanla ancak (ya) vahiy yoluyla konuşur, ya bir perde arkasından yahut bir elçi (melek) gönderip izniyle (ona) dilediğini vahyeder. Şüphesiz O, çok yüce ve hikmet sâhibidir.” Gâyet açık ve net değil mi?
Âyette ‘bir insanla’ denmesi, yalnızca Peygamberlerle, Nebîlerle aleyhimüsselâm demek olmadığını açıkça bildiriyor. Buna âit delîlleri Kur’ân’dan gösterelim, ammâ evvelâ; Kur’ân’da geçen vahiy ifâdesinin, ‘irsâl’, ‘ilhâm’, ‘ilkâ’ veya ‘işâret’ gibi mânâlara geldiğini meşhûr lugatlardan Lisânü’l-Arabî, İbn-u Manzûr’dan kaydedelim:
وحي : الوَحْيُ : الإشارة والكتابة والرِّسالة والإلهام والكلام الخَفِيُّ وكلُّ ما أَلقيته إِلى غيرك.
İşâret etmek veya Kitap, Suhuf ile bildirmek veya elçi ile veya ilhâm etmek / sevk etmek veya gizlice söylemek, öğütlemek…..
الوَحْىُ : İlhâm, vahiy, vahyedilen (melek vasıtasıyla peygambere bildirilen Allah kelamı (söz)
اَوْحَى ya da وَحَى : İşaret ile iletişim kurdu ya da emretti ya da bir talepte bulundu; (onunla) gizlice konuştu ya da (onunla) başkalarının duyamayacağı bir biçimde konuştu.
اَوْحٰى -يُوحٖى -ايحَاءً : İşaret etmek. Sır vermek, gizlice öğütlemek, fısıldamak. İlhâm etmek, sevketmek, yol göstermek, söz geçirmek, emre âmâde kılmak. Vahyetmek (Resûller vasıtasıyla bildirmek, açıklamak manalarına da gelir.)
Kur’ân’daki delîllere gelince:
اِذْ اَوْحَيْنَا اِلٰى اُمِّكَ مَا يُوحٰى
Taha Sûresi – 38. âyet
Meâlen: “Hani annene ilhâm edilmesi gereken şeyleri ilhâm etmiştik:” diyerek Hz. Mûsâ’nın aleyhisselâm annesine ilhâm edildiğini yine bize haber veriyor.
وَاَوْحَيْنَا اِلٰى اُمِّ مُوسٰى اَنْ اَرْضِعٖيهِ فَاِذَا خِفْتِ عَلَيْهِ فَاَلْقٖيهِ فِى الْيَمِّ وَلَا تَخَافٖى وَلَا تَحْزَنٖى اِنَّا رَادُّوهُ اِلَيْكِ وَجَاعِلُوهُ مِنَ الْمُرْسَلٖينَ
Kasas Sûresi – 7. âyet
Meâlen: “Mûsâ’nın annesine, ‘Onu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman onu denize (Nil’e) bırak, korkma, üzülme. Çünkü biz onu sana döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız’ diye ilhâm ettik.” Hz. Mûsâ’nın aleyhisselâm annesi, Peygamber olmadığı halde, kendisine ‘vahyin bir nev’i’ olan ilhâmla tebliğ yapıldığını anlıyoruz. Ve Tahâ Sûresi, 39. âyette meâlen: “Onu sandığa/tabuta koy ve denize bırak ki, deniz onu kıyıya doğru sürükleip atsın da; hem kendisine, hem de bana düşman olan birisi onu alsın” diye ilhâm edildiğinden haber veriyor. Bakınız ve çok dikkat ediniz ki; eğer gelen bu ilhâmın kaynağından emîn olmasa idi, asla ve kat’â bir anne olarak bebeğini suların içine bırakmaz idi.. Üstelik de bebeğini, düşman olan birisinin almasına râzı olarak… Demek, ilhâmdan ve ilhâmın kaynağından emîn idi!
Evet, Hz. Meryem (r.anha) bahislerini de mutlaka Kur’ân’dan okuyunuz. Hz. Meryem’de bir Resûl, bir Nebî olmadığı halde kendisine bir Melek insân sûretinde görünmüştür ve onunla konuşulmuştur ve ayrıca kendisine susma orucu tutulması da ihtâr edilmıştir… Bir de son olarak, Hz. İsâ’nın aleyhisselâm havârileri hakkındaki âyeti de hatırlayalım:
وَاِذْ اَوْحَيْتُ اِلَى الْحَوَارِيّٖنَ اَنْ اٰمِنُوا بٖى وَبِرَسُولٖى قَالُوا اٰمَنَّا وَاشْهَدْ بِاَنَّنَا مُسْلِمُونَ
Maide Sûresi – 111. âyet
Meâlen : “Hani bir de, ‘Bana ve Peygamberime îmân edin’ diye havârilere ilhâm etmiştim. Onlar da ‘İmân ettik. Bizim müslüman olduğumuza sen de şâhit ol’ demişlerdi.”
Dikkat ediniz, Hz. İsâ’nın aleyhisselâm havârileri Peygamber değiller ve “îmân ettik, Sende bize şâhit ol” diye verdikleri bir ilhâma mazhâr olmuşlar.
Elhâsıl, bütün bu âyetler açıkça gösteriyor ki; Cenâb-ı Hakk celle celâluhu Peygamber olmayan kullarıyla ‘eğer dilerse’ bir irtibat kurabilir, onlarla konuşabilir, şüpheye düşürmeyecek kat’iyyette onlara ilhâm edebilir. Ve unutmayınız ki; ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, ilhâmı kabûl etmektedir. Ve yine akıldan uzak değildir ki, Allah’a yakınlığı ziyâde olanın, bu ilhâmlara mazhariyeti de ziyâde olmasın!
Mâdem Hz. Yûsûf’un (a.s) hapishânedeki arkadaşlarının âkibetlerinin rü’yâ ile onlara bildirilmesi ve mâdem Mısır hükümdârına, gelecek olan kıtlık musîbetinin haber verilmesi ve yine Hz. Mûsâ’nın (as) annesi de peygamber olmadığı halde, ilhâma mazhâr olması ve kendisine yapılan tebliğ doğrultusunda hareket etmesi aynen Şûrâ Sûresi, 51. Âyette Kur’ân’ın bizlere bildirdiği tarzlarda vuku’ bulmuş ve bu nev’den ilhâma ve inâyetlere başka kulların da mazhar olabileceğini bizlere açıkça bildirmiştir. Demek ilhâm haktır!
Bir şâirin ilhâma mazhâr olması, bir müzisyenin ilhâma mazhâr olması doğal ve tabii olsun da, Allah için çalışan ve gayret gösteren ve dîn-i İslâm için mücâhede eden ve mücâdele eden ve Cenâb-ı Hakk’a karşı takvâda azâmî gayret gösteren ve tevhîdi umûm kâinata ilân etmeye çalışan sâdık ve vazîfeli kulları ilhâma mazhâr olmasın. Bu mümkün değildir ve hiçbir normal akıl bunu kabûl etmez.
Son bir husûs var o da, şimdilerde ilhâmı, vahiy gibi göstermeye çalışanlara şâhid oluyoruz, onlara kat’iyyen aldanmayız. Vahiy ancak Peygamberlere gelir aleyhimüsselâm. İlhâm ise, buraya kadar izâh ettiğimiz ve isbâtını yaptığımız tarzda vuku’u bulur. İlhâmın hak olduğu gâyet açıkça anlaşıldıktan sonra üzerinde durmamız ve sormamız gereken suâller şunlardır:
- İlhâma mazhâr olanlara nasıl güveneceğiz?
- Ve o ilhâmın sıhhatinden nasıl emîn olacağız?
- Bu ilhâma mazhâr olanlardan istifâde edebilir miyiz?
- Ve nasıl ayırt edeceğiz ki, bizi bâtıla ve yanlışa sevk etmesin?
Hepinize selâmet ve hayır diliyorum,
Allah’a (c.c) emânet olunuz..
(*) “İlhâm tebliğ edilebilir mi?” başlıklı makâlemizi okumak için: https://ersinmiman.com/2016/12/22/ilham-teblig-edilebilir-mi/
(*) Tafsîlatlı yazılan “İlhâm’ı reddedenlere bir izâh ve cevâbdır…” adlı makâlemizi okumak için: https://ersinmiman.com/2016/12/08/ilhami-reddedenlere-bir-izah-ve-cevabdir/
Ersin Miman
03.Ekim.2019
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.