Evvelen kelimelerin mânâlarına bakalım zirâ bilmeyenler olabiliyor. Şeâir (شَعائِر), şiâr’ın (شِعار) çoğulu. Lugatlardaki mânâlarına gelince ise;
Kâmûs-ı Türkî, Şemseddin Sâmi :
- Alâmet, nişân
- Alâmet-i Fârika
- Nişâne-i Temyîz
- Bir tâifeye münâsib efrâdın belli olmak için ihtiyar ettikleri nişân veya parola.
Lûgat-ı Nâci :
Alâmet, Medâr-ı temyîz olan alâmet; Âdet, Medâr-ı temyîz olan âdet.
Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ferit Devellioğlu :
Şiâr شعار (a.i.c. : şaâyir) : 1. Alâmet, işâret, iz. 2. Ayırıcı işâret, ayırdedici âdet 3. Hacı olmak için Mekke’de yapılan tören(ler).
Şeâir’de çoğulu olduğuna göre; âlemetler, fârikalar, nişânlar, semboller demek olur.
Bu tür eski kelimeleri bilmeyenler için, fârika, nişân ve temyîz ne demek onları da kısaca izâh edelim. Fârika : birşeyi diğerlerinden ayıran özellik, ayırıcı alâmet; Nişân : İşâret, belirti, iz, alâmet, ayırıcı işâret; Temyîz : Ayırma, ayrılma, seçme, seçilme; iyiyi kötüden ayırma anlamlarına geliyor.
Bu tanımlamalara göre de; şu dünyâ üzerinde devletleri birbirinden ayıran ve her bir devleti temsîl eden sancağı, bayrağı birer şiârdır. Orduların kendilerine mahsûs üniformaları ve kendi yapısı içindeki kademe ve mertebelerini gösteren apoletler, rozetler de birer şiârdır. Bunların hâricinde spor takımlarının dahi, kendilerine mahsûs üniformaları ve kendilerini simgelediği renkleri de onların şiârıdır. Bunların her biri birer alâmet-i fârikadır.
Peki ya İslâmiyet ve İslâmiyete tâbî olan Müslümanlar? Yâni, biz Müslümanların ve tâbî olduğumuz İslâm dîninin, sâir bütün dinlerden ve o dînlere tâbî olanlarından ve onların i’tikâdlarından ayıracak alâmet-i fârikaları olmalı mı?
Elbette olmalı..! Müslümanlığın da bir kimliği olduğunu, ümmet-i Muhammed denilince İslâmiyete ve Peygamberine tâbî olduğumuzu ve Müslümanlığımızın gereği olan akâidimizde, amellerimizde ve ibâdetlerimizde sâir dînlerden ayrıldığımızı ve bu ayrılmanın da sâdece fikrî ve kalbî cenahda değil, zâhirde de görünüyor olması gerektiğini her Müslüman bilmeli ve unutmamalı.. O halde Müslüman olduğumuz, hem ferdî olarak, hem de içtimâî olarak farkedilmeli..
Elbette kullarını İslâmiyete da’vet eden Cenâb-ı Hakk cc, indindeki hak din olan İslâmı sâir dinlerden ayıracak ve İslâmiyete mahsûs ibâdetlerle, tatbîkatlarla, amellerle ve Kâbe-i muazzama ile ve Resûl-u Ekrem’in aleyhissalâtu vesselâm Sünneti ile İslâmiyeti te’sîs edecek ve etmiştir.
En nihâyetinde de, en esas maksad olan; Cenâb-ı Hakk cc ulûhiyetini umûm enzâra ve ehl-i şuura gösterecek ve ilân edecektir yâni, her akıl sâhibine bu kâinatın Yaratıcısı olduğunu ve hak dînini, Peygamberi ve kelâmı olan Kur’ân ile ve Kendisine îmân eden kullarıyla ilân edecektir. Bu nedenle biz Müslümanlar, böyle bir kudsî vazîfe ile de tavzif edilmişiz. Böylece ferd, cemiyet, içtimâî hayat ve yaşattığımız dîn ile bu kudsî mânâ ve hakîkat, umûm kâinata ilân edilecektir ve edilmelidir de..!
Peki, kim yapacak bunları !?
Allah’ın rızâsına tâlib, murâdının tahakkukunda hâdim olan biz Müslümanlar..!
Yâni sen, ben, biz… Hepberâber…
Bu mâhiyet ve keyfiyette, şeâir; bütün bu kudsî vazîfeleri de deruhde eden, aynı zamanda ümmeti, toplumu muhâfaza eden, Müslümanlara bir nokta-i istinâd ve kuvvet veren, hem bir emr-i bi’l-ma’rûf, hem de ümmeti rızâ-i İlâhiyeye sevk etmede telkîn edici mâhiyettedir.
“Herbir şeâir bir hoca-i dânâdır, rûh-u İslâmı dâim enzâra ders veriyor.” (Sözler) demiş Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri..
İşte şeâirin bu geniş mânâsını ve kudsî vazîfesini gören zâtlar, bunu yalnızca Hac ibâdetiyle mahdûd bırakmamışlar, bu mânâlarını da anlayıp, Allah’ı ve hak dînini hatırlatan herşeyi buna dâhil etmişler. Meselâ; Elmalılı Hamdi Yazır, “haccın rükunları yanında ezânı, cemaatle kılınan namazı, cum’a ve bayram namazlarını, câmileri, minâreleri de dînin şiârları arasında saymıştır” ve Fahruddîn er-Râzî “Şeâir’de aslolan, kendisiyle bir şeyin tanınıp seçildiği alâmet, nişânlar mânâsıdır” demiştir ve Bedîüzzaman Hazretleri de “şu memleketin maâbid ve medâris-i dîniyesinden başka, makberistanın mezâr taşları dahi birer telkîn edici, birer muallim hükmündedir ki; o maânî-i mukaddeseyi ehl-i îmâna ihtâr ediyorlar” demiştir.
O vakit şeâir (şiârlar) denilince; başta Kâbe-i Muazzamâ’dan tutunuz, umûm mescidlere, camiilere, minârelere, okunan ezânlara, ramazan-ı şerîfe, dîni bayramlara ve mübârek gecelerden, Kur’ân tilâvetlerine ve Sünnet-i Seniyye’ye kadar hatta ‘besmele’ ye kadar Allah’ı ve İslâmiyeti hatırlatan ve ilân eden herşeydir denilebilir.
Ve bu şeâir içinde, umûm müslümanların hukûkuna taalluk edenleri vardır ki, çok ehemmiyetlidir. Ondört asırdan beri gelen ve umûm Müslümanların istifâde ettiği dîni tatbikâtlar bunlardandır. Bir Müslüman belde’de bunlar terk edilse, o belde de yaşayan umûm müslümanlar mes’ûl olur.
Ve bir de İslâmı ihtâr eden kılık kıyâfetinizden tutun, Sünnet’in en sıradan bir adâbına müraat etmek dahi, ifâde ettiği mânâlar itibâriyle şeâirden sayılmışlardır. Hangi mertebede olursa olsun, herbir şiârın ihyâsı, İslâma hizmettir ve Allah’ın rubûbiyetini ilândır. İslâmı tebliğ etmek, kelime-i tevhîdi izhâr etmek her bir Müslümanın aslî vazîfesidir. Tebliğ yalnızca lisânla olmaz, bu gibi şeâirin ihyâsı ve izhârı da mühim bir teblîğdir ve aynı zamanda da ibâdettir.
Hem bunda gösteriş de, riyâ da olmaz diyor İmâm- Gazâlî, şöyle ki:
“Demiş: ‘Bazan izhâr, çok defa ihfâdan daha ziyâde efdal olur.’ Yâni, âşikâre yapmakta başkalar ya istifâde veya taklîd etmek veya gafletten uyanmak veya dalâlette ve sefâhette muannid ise, karşısında şeâir-i İslâmiyye nev’inde izhâr etmek, izzet-i diniyeyi göstermek gibi çok cihetle, husûsan bu zamanda ve ihlâs dersini tam alanlarda değil riyâ, belki (gizliden tasannû karışmamak şartıyla) çok ziyâde sevâblı olabilir” (Şuâlâr’dan..)
Mâdem hakîkat budur, biz Müslümanlar şeâir-i İslâmiyeyi ihyâya azamî gayret göstereceğiz ve bunu mühim bir tebliğ ve tevhîdin de bir ilânı olarak bileceğiz ve aslî bir vazîfemiz olduğunu da kat’iyyen hatırdan çıkarmayacağız..!
Bakınız bu husûsta Mesnevî-i Nûriye’de şu geçiyor:
“Bilirsiniz ki ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeâirini tahrîb ediyorlar. Öyle ise zarûrî vazîfeniz, şeâiri ihyâ ve muhâfaza etmektir. Yoksa şuûrsuz olarak şuûrlu düşmana yardımdır.”
Bu hakîkatlere rağmen, velev ki bütün bütün yapamıyoruz, bütün bütün de terk etmek doğru olmadığından, azamî bir gayret ile elimizden geldiği kadar ihyâya çalışacağız. Yapamasak da kalben tam taraftar olacağız. Ve bizim yapamadıklarımıza bedel, yapabilen kardeşlerimizi gördüğümüzde onları mânen alkışlayacağız ve omuzumuzdaki yükü hafiflettikleri için onlara samîmâne duâ edeceğiz.
Bir de bu kudsî vazîfeye mânî olmaya çalışanlar var. Biliniz ki, şeâire engel olmak buraya kadar izâh ettiğimiz hakîkatlere karşı bir isyândır ve toplumun muhâfazasındaki te’sirini ve telkinâtını kırmaktır. Sakın sizleri, ‘şekilcilik’ ile ithâm ederek aldatıp, kendi maksadlarına yürütmesinler. ‘Taklîdi olmamalı’ diyerek sizleri şeâir’i terke sevk etmesinler. Bunların hiçbirisine aldanmayınız. Biliniz ki; taklîdi dahi olsa, âdetleşmesi ve toplum içinde yerleşmesi, zıddının, aksinin yerleşmesinden çok daha hayırlıdır.
Şu son sözümü hatırınızdan çıkarmayınız!
Şeâirin seninle izhârı, kulluğunu gösterme değil, kimliğini göstermedir..!
Selâmet ve hayır üzerimize olsun..
Ersin Miman
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.