Nev’-i beşere verilen emânet-i kübrâyı haml dâvâsındaki rüçhâniyetini nasıl tatbîk edeceğiz ve buradaki küllî düstûr nedir?

Loading

Kardeşlerimizin sormuş olduğu bir suâle binâen yazılan muhtasar cevâbı, istifâdelerinize takdîm ediyorum..

Suâl :

“Hazret-i Âdem’in melâikelere karşı kâbiliyet-i hilâfet için bir mu’cîzesi olan ta’lîm-i esmâdır ki, bir hâdise-i cüz’iyedir. Şöyle bir düstûr-u küllînin ucudur ki: Nev’-i beşere câmiiyet-i istîdad cihetiyle ta’lîm olunan hadsîz ulûm ve kâinatın envâ’ına muhit pek çok fünûn ve Hâlıkın şuûnat ve evsâfına şâmil kesretli maarifin ta’lîmidir ki; nev’-i beşere değil yalnız melâikelere, belki semâvât ve arz ve dağlara karşı emânet-i kübrâyı haml dâvâsında bir rüçhâniyet vermiş.” (Sözler, YirminciSöz, Birinci Makâm)

Bize nasıl tatbîk edilir. Buradaki külli düstûr nedir?



Muhtasâr bir tahlîlden sonra, bize nasıl tatbîk ederiz bunun izâhına geçelim.Önce ilgili risâleyi buraya kaydediyorum:

“Kur’ân-ı Hakîm’de çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstûr-u küllî saklanmış ve bir kânûn-u umûmînin ucu olarak gösteriliyor. Nasılki,

ﻋَﻠَّﻢَ ﺍٰﺩَﻡَ ﺍﻟْﺎَﺳْﻤَٓﺎﺀَ ﻛُﻠَّﻬَﺎ

Hazret-i Âdem’in melâikelere karşı kâbiliyet-i hilâfet için bir mu’cîzesi olan ta’lîm-i esmâdır ki, bir hâdise-i cüz’iyedir. Şöyle bir düstûr-u küllînin ucudur ki: Nev’-i beşere câmiiyet-i istîdad cihetiyle ta’lîm olunan hadsîz ulûm ve kâinatın envâ’ına muhit pek çok fünûn ve Hâlıkın şuûnat ve evsâfına şâmil kesretli maarifin ta’lîmidir ki; nev’-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki semâvât ve arz ve dağlara karşı emânet-i kübrâyı haml dâvâsında bir rüçhâniyet vermiş. Ve heyet-i mecmûasıyla arzın bir halife-i mânevîsi olduğunu Kur’ân ifhâm ettiği misillü; melâikelerin Âdem’e secdesiyle berâber, Şeytân’ın secde etmemesi olan hâdise-i cüz’iye-i gaybiye, pek geniş bir düstûr-u külliye-i meşhûdenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakîkatı ihsâs ediyor. (…)” (Sözler, YirminciSöz, Birinci Makâm)

Muhtasâr Bir Tahlîl :

“Hazret-i Âdem’in melâikelere karşı kâbiliyet-i hilâfet için bir mu’cîzesi olan ta’lîm-i esmâdır ki,”

Ta’lîmi esmâ; Hazret-i Âdem’in (ve nev’-i beşerin) melâiklere karşı kâbiliyet-i hilâfetidir. Önce hilâfetin mânâsını hatırlayalım, sonra ta’lîm-i esmânın mâhiyetini mütalaa edelim.

Hilâfet : Halifelik makâmıdır. Hem temsîl, hem idâre makâmıdır. Temsîl ve idâre; liyâkat ve ne yaptığının da şuûrunda olmayı ister. Liyâkat ise; istidâd ve cihâzât ile berâber, ta’lîm ve terbiyeyi ister. İstidâd ve cihâzât ise, beşerin cevher-i rûhunda zâten farklı mertebelerde derc edilmiş. Demek onu işlettirerek ta’lîm edecek. İşte bu ta’lîm kâbiliyeti insana, meleklere karşı bir rüçhâniyet vermiş. Ta’lîm-i esmâ ise, Cenâb-ı Hakk’ın (cc) umûm kâinatta tezâhür ve tecellî eden isimlerini müşâhede edebilmek, öğrenebilmek ve kıyas ile (de) anlayabilmektir.

Ta’lîmi esmâ öyle bir mertebedir ki, “Hazret-i Âdem’in melâikelere karşı kâbiliyet-i hilâfet için bir mu’cizesi olan ta’lîm-i esmâdır” denilmiş yâni “bir mu’cizesi olan” denilmesi; meleklere değil, insana has bir istîdad demektir. Ve o ta’lîm-i esmâ için, yalnız insana câmiiyet-i istîdad verilmiş. İşte meleklere karşı rüçhâniyetinin bir başka ciheti…

Âhirinde “Şöyle bir düstûr-u küllînin ucudur ki:“ denilerek, o külli düstûrun ta’rîfi yapılıyor:

Birincisi : “Nev’-i beşere câmiiyet-i istidâd cihetiyle ta’lîm olunan hadsîz ulûm ve kâinatın envâ’ına muhit pek çok fünûn” denilmesiyle, nev’i-beşerde, ulûm ve fünûnu ta’lîm ve tahsîl edecek cevherlerin rûhunda derc edildiğini meselâ, Asâ-yı Mûsâ’da: “mâhiyet-i insaniye, şu kâinatın bir misâl-i musağğarı olduğundan; âdeta âlemde ne varsa, insanda numûnesi vardır” diyerek ve meselâ, Lem’âlâr’da: “Âdeta insan-ı ekber olan âlemde tecellî eden bütün esmâ-i İlâhîye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmânın umûmiyetle cilveleri var” diyerek ve meselâ, Şuâlârda: “Hem esmânın nakışları ve cilveleri insanda var; onlar ile o kudsî mânâlara şehâdet eder” diyerek ve meselâ Mektûbât’da: “zîhayatta ve bilhâssa insanda, o derece san’at-ı câmia içinde; hadsîz envâ’-ı ni’meti anlayacak, kabûl edecek, isteyecek cihâzât ve âletler vardır ki; bütün kâinatta tecellî eden bütün esmâsının cilvesine mazhârdır. Âdeta bir nokta-i mihrâkıye hükmünde, bütün esmâ-i hüsnâ’yı birden mâhiyetinin âyinesiyle gösterir…” diyerek, nev’-i beşerin câmiiyet-i istîdadının mâhiyetine  çok pencereler açmış. 

İkincisi : “ve Hâlıkın şuûnat ve evsâfına şâmil kesretli maarifin ta’lîmidir” denilmesidir ki, yukarıdaki izâh bu mânâyı da aldığı halde, maarif kelimesinin mânâsını da hatırlayarak devâm edelim:

Maarîf: (1) İlim ve tekniğin öğrenilmesiyle elde edilip, insanlığın yararına kullanılan hüner, san’at ve bilgiler (2) Tasavvuftaki ıstılâhı ise; İlâhî sırlar üzerinde, varlıkların özü ve gerçeği hakkında tefekkür, keşîf ve ilhâm yoluyle elde edilen bilgiler, irfân… diye ta’rîf edilmiştir.

Demek insan; kendinde olan maddî ve mânevî cihâzâtlarını işlettirmek ile hem mânevî cenâhta, hem de Cenâb-ı Hakk’ın cc esmâsının tezâhürü olan ve âdetullah nâmıyla cereyân eden kânûnlarını tahsîl ve ta’lîm edebilmesi demektir.

Ve insanın, el-Esmâu’l-Hüsnâ’yı ve evsâf-ı İlâhîye’yi tartıp anlayacak ve tadacak kabiliyetler ile mücehhez olması, buna mazhâr olabilecek mâhiyette ve keyfiyette olduğunu gösterdiği gibi, insanın kudsî ve aslî vazîfelerinden birinin de bu olduğunu bildiriyor.

Bu nokta-i nazardan, her vakit müşâhedeye açık ve her dâim temâşâya giriftâr ve tasavvûfî mânâdaki murâkabe ile de yâni dış dünya ile alâkasını kesip, iç âlemine dalarak Allah’a (c.c) yönelmesi ve Hâlık-ı kâinatın dâire-i fünûn da tecessüm eden şuûnâtına, icraatına da müttalî olması ve esmâ-ı İlâhîye’yi ve evsâf-ı Rabbâniye’yi herşeyden okuması lâzım geliyor.

Meselâ Sözler mecmûasında denildiği gibi, “İnsandaki cihâzât-ı mânevîye ve letâif-i insaniye ki, herbirisi hayvana nisbeten yüz derece inbisât etmiş. Meselâ; güzelliğin bütün merâtibini farkeden insan gözü ve taamların bütün çeşit çeşit ezvâk-ı mahsûsalarını temyîz eden insanın zâika-i lisâniyesi ve hakâikın bütün inceliklerine nüfûz eden insanın aklı ve kemâlâtın bütün envâ’ına müştâk insanın kalbi gibi sâir cihazları, âletleri …” ile her şeyde ve her bir şeyde en inceliklere dahi mazhâr olabilir ve ta’lîm edebilir ve yine Sözler mecmûasında denildiği gibi, “İnsanın cihâzât cihetiyle zenginliği şu sırdandır ki: Akıl ve fikir sebebiyle insanın hâsseleri, duyguları fazla inkişâf ve inbisât peydâ etmiştir. Ve ihtiyâcâtın kesreti sebebiyle çok çeşit çeşit hissiyât peydâ olmuştur. Ve hassâsiyeti çok tenevvû etmiş. Ve fıtratın câmiiyeti sebebiyle pek çok makâsıda müteveccih arzulara medâr olmuş. Ve pek çok vazîfe-i fıtriyesi bulunduğu sebebiyle, âlât ve cihâzâtı ziyâde inbisat peydâ etmiştir. Ve ibâdâtın bütün envâ’ına müstaid bir fıtratta yaratıldığı için bütün kemâlâtın tohumlarına câmi’ bir istîdad verilmiştir. İşte şu derece cihâzâtça zenginlik ve sermâyece kesret, elbette ehemmiyetsiz muvakkat şu hayât-ı dünyeviyenin tahsîli için verilmemiştir. Belki şöyle bir insanın vazîfe-i asliyesi, nihâyetsiz makâsıda müteveccih vezaîfini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubûdiyet sûretinde ilân etmek ve küllî nazarıyla mevcûdatın tesbihâtını müşâhede ederek şehâdet etmek ve ni’metler içinde imdâdât-ı Rahmâniyeyi görüp şükretmek ve masnuatta kudret-i Rabbâniyenin mu’cizâtını temaşâ ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir” diyerek bizlere o kudsî düstûru ta’rif edip, bildirmiş ve göstermiş.

Ve yine Sözler mecmuâsında “Cenâb-ı Hak; celîl ulûhiyetiyle, cemîl rahmetiyle, kebîr rubûbiyetiyle, kerîm re’fetiyle, azîm kudretiyle, latîf hikmetiyle, şu küçük insanın vücûdunu bu kadar havâs ve hissiyat ile, bu derece cevârih ve cihâzât ile ve muhtelif a’zâ ve âlât ile ve mütenevvi letâif ve mânevîyat ile, techîz ve tezyîn etmiştir ki; tâ, mütenevvi ve pekçok âlât ile, hadsiz envâ’-ı nimetini, aksâm-ı ihsânâtını, tabakât-ı rahmetini, o insana ihsâs etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem tâ binbir esmâsının hadsiz envâ’-ı tecelliyatlarını, insana o âlât ile bildirsin, tarttırsın, sevdirsin. Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihazâtın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubûdiyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazîfesi ve mükâfâtı vardır. Meselâ göz, sûretlerdeki güzellikleri ve âlem-i mubsıratta güzel mu’cizât-ı kudretin envâ’ını temâşâ eder. Vazîfesi, nazar-ı ibretle Sâni’ine şükrandır. Nazara mahsûs lezzet ve elem malûmdur, ta’rîfe hâcet yok. Meselâ kulak, sadâların envâ’larını, latîf nağmelerini ve mesmuat âleminde Cenâb-ı Hakk’ın letâif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubûdiyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfatı var. Meselâ kuvve-i şâmme, kokular tâifesindeki letâif-i rahmeti hisseder. Kendine mahsûs bir vazîfe-i şükrâniyesi, bir lezzeti vardır. Elbette mükâfatı dahi vardır. Meselâ dildeki kuvve-i zâika, bütün mat’umatın ezvâkını anlamakla gâyet mütenevvi bir şükr-ü mânevî ile vazîfe görür ve hâkeza… Bütün cihâzât-ı insaniyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letâifin böyle ayrı ayrı vazîfeleri, lezzetleri ve elemleri vardır” denilerek, o kudsî vazîfelere pencereler açmış ve hayâta nasıl tatbîk edilebilir bir cihette ta’rîf etmiş ve o küllî düstûrun bir başka ucunu göstermiştir.

Buraya kadar, suâle verilen cevâbın tamam olduğu kanaatindeyim.

Ancak, bu mes’eleye bakan ve Ahzâb Sûresi, 72.âyette bildirilen (meâlen): “Biz, emâneti göklere, dağlara ve yerlere teklif ettik. Hepsi de onu yüklenmekten çekindiler. Ondan korkup titrediler. Onu insan yüklendi. İnsan çok zâlim ve çok câhildir” denilerek, göklerin ve yerlerin emânet-i kübrâyı haml dâvâsından çekinmeleri ve hatta korkmalarının mâhiyetini bizlere gösteren ve “Gök, zemin, dağ tahammülünden çekindiği ve korktuğu emânetin müteaddid vücûhundan bir ferdi, bir vechi, ene‘dir” diyerek, Otuzuncu Söz’ün Birinci Maksad’ında ders verilen ene’nin mâhiyetinin sû-i istimâlinden neş’et eden ve insanı esfel-i sâfiline sürükleyen yönünden çekinip, korktuklarını (da) anlıyoruz.

Ve suâl edilen ‘küllî düstûr’ bahsine dâhil olan ve “Ene, künûz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhîyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muammâ-yı müşkilküşâdır, bir tılsım-ı hayretfezâdır” denilerek, bu suâlimize bakar diğer cihetinin Otuzuncu Söz’ün Birinci Maksad’ından okunmasını da önemle tavsiye ediyorum.

Kardeşlerimize pek çok selâm ederim.
Allah’a (cc) emânet olunuz.
Ersin Miman