Eğer Tanrı her şeyi bilen ilim sıfatına sahipse, bizi test etmesine gerek yoktur zira kader onun sorumluluğu altındadır, kötülüğe uğrayan da uğratan da onun kader yazısında vardır. Bu durum tanrının mutlak iyi tanımıyla çelişmez mi?

Eğer suâldeki iddiâ doğru olsaydı, Cehenneme girecek olan insânlar elbette i’tirâz edeceklerdi. Fakat Cehennem ehlinin i’tirâz edemeyeceğini gâyet iyi biliyoruz. Kadere de taalluk eden (ilgili olan) bu mes’eleyi adım adım bir temsîl üzerinden anlamaya çalışalım:

Meselâ, yeni eğitim-öğretim yılı başladığında sınıflarda öğretmenler ile tanışma faslı olur. Bâzen öğretmenlerimiz içinde yaşı ileri, tecrûbesi çok fazla ve uzun yıllar öğretmenlik mesleğinin gereği olarak binlerce öğrenciyle tanışmış, muhâtâb olmuş, basîreti (ileriyi doğru görme) kuvvetli öğretmenlerimiz bulunur. İşte böyle bir öğretmen sınıfa geldi, öğrencilerle tanışmaya başladı.. Herbiriyle bir parça hasbihâl etti ve sonra öğretmenliğinin ve tecrûbesinin ve basîretinin verdiği kâbiliyet ile, sınıfındaki bâzı öğrencilerin dersinde başarılı olacağını ve bâzılarının ise başarısız olacağını bildi ve isimlerini defterine yazdı. Ancak bundan kimseye bahsetmedi.

Dersler başladı ve derken sınavlar, sözlüler ve nihâyetinde de yıl sonu geldi. Aynen defterine yazdığı gibi vuku’ buldu. Sonra öğrencilerine dedi ki: Ben sizin başarılı olacağınızı daha yılın başında iken anlamıştım ve biliyordum ve diğer öğrencileri için de: Sizin de başarısız olacağınızı biliyordum. Bunları da defterime yazmıştım dedi ve gösterdi.

Şimdi bu durumda öğrenciler, şu iddiâlarda ve i’tirâzlarda bulunabilirler mi?

Birincisi: Mâdem öğretmenlik mesleğinin verdiği böyle bir tecrûbeye ve binler öğrenciyi yetiştirdiğin için bir ilme ve pek kuvvetli de basîrete sâhipsin, hepimizin ne olacağını da baştan biliyordun, o halde sınavlarla, sözlülerle bizi imtihân etmene gerek yok idi, direk not ettiğin başarılı öğrencileri bir üst sınıfa, başarısız olanları da aynı sınıfta bıraksaydın.

İkincisi: Hem sen not defterine kimlerin başarılı olacağını yazdığın için o öğrenciler başarılı oldular ve kimlerin de başarısız olacağını yazdığın için o öğrenciler de başarısız oldular. Bu başarısızlıklarının sorumluluğu sana âittir.

Üçüncüsü: Ve bunun üzerine başarısız öğrenciler ayağa kalkıp, okullar ilk açıldığı gün bize iyilikten yana olduğunu, öğrencilerini sevdiğini ve her zamân onlara yardımcı olmaktan memnûn olduğunu söylemiştin fakat şimdi o defterine bizleri başarısız yazdığın için bizler başarısız olduk! Hani iyi niyetli idin, şekfatli ve müsamahâlı idin? Bu söylediğin ile yaptığın bir tezattır, çelişkidir!

Sizce bu i’tirâzlarında öğrenciler gerçekten haklı mı?

Sizce, öğretmenin, kimin başarılı olup olmayacağını defterine yazmış olmasından dolayı mı öğrenciler başarılı veya başarısız oldular?

Elbette ve elbette HAYIR..

Hepimiz pek iyi biliyoruz ki, bir öğretmen dersini bütün sınıfa anlatır ve aynı derse bütün öğrenciler muhâtabdır. Neden sınıftaki bâzı öğrenciler başarılı oluyor ve bâzıları da olamıyor? Elbette başarılı olanlar; çalıştıkları için, gayret gösterdikleri için başarılı oldular ve sınıfta kalanlar ise; bu gayreti yeterince ortaya koyamadıkları için başarısız oldular. Yoksa öğretmenin defterine yazmış olmasından dolayı veya kimin başarılı olup olmayacağını bildiğinden dolayı değil!

Peki, şikâyet eden ve i’tirâz eden öğrencilerin dediği gibi olsaydı nasıl olurdu?

Daha yılın başında iken öğretmen, ben sizin hanginizin başarılı olup, olamayacağınızı biliyorum diyerek, bâzı öğrencileri üst sınıfa geçirip, bâzılarını da direk sınıfta bıraksaydı?

Sizce olur muydu?

Meselâ, seni direk sınıfta bırakmış olsaydı bunu kabûl eder miydin?

O zamân da başarısız öğrenciler yerlerinden fırlayarak hemen i’tirâz ederlerdi: Bizi sınav yapmadan, imtihân etmeden, sınamadan nasıl sınıfta bırakırsın ve bizi böyle cezâlandırırsın diye öğretmeni ithâm ederler ve hiç âdil olmadığını ve hatta kendilerine zulmettiğini dahi iddiâ ederlerdi.

Aynen bunun gibi, eğer Allahu Teâla bizleri bu dünyâya göndermeden kimilerimizi hemen Cennet’e, kimilerimizi de Cehenneme yerleştirse idi, elbette Cehennem ehli şekvâ edecek ve i’tirâz edeceklerdi.

Biz ne yaptık ki, hangi günâhımıza ve hatâmıza binâen bizi Cehenneme koydun diyeceklerdi.

O halde bizlerin yeryüzüne gönderilmemizin bir hikmeti de; ne olduğumuzu bize göstermek içindir!

Ve mâdem irâdelerimize Allah karışmıyor ve bizi serbest bırakmış, o zamân çalışırsak, gayret edersek, başarırız. Eğer çalışmaz ve gayret göstermez isek, başarısız oluruz.

Demek âhiretteki durumumuz, bize bağlı..

Hâsılı, Allah’ın ilmî ezelîdir. O, olmuş ve olacak herşeyi görür ve bilir. Fakat Allah bunu biliyor diye biz Cennet’e veya Cehennem’e gitmiyoruz. Eğer biz gayret gösterirsek, Allah’da bizi kolaylar. Eğer biz hayırlı işlere niyet edersek, Allah’da ecrini bize verir.

Namaz kılarsak, sevâbını da alırız, sorumluluğumuzu da edâ etmiş oluruz. Kılmazsak, cezâsını da hak etmiş oluruz. Bu seçim ve karâr tamâmen bizim irâdemize bağlı. Bize hiçbir şey cebren yâni zorla yaptırılmıyor. Kaderimde varmış diyerek günâhlarımıza ve hatâlarımıza mâzeret gösteremeyiz. Başkalarının da yaptıklarına mâzaret göstermediğimiz gibi, meselâ,

Sokakta yürürken biri sana çarptı, sonra da bir sürü laf etti ve yüzüne de bir yumruk attı! Ne yaparsın? Şöyle mi dersin:

– “Arkadaş, kaderinde yazdığı için bana yumruk attın. Senin bir kabahatin yok, sen suçsuzsun!”

Veya adamın biri yolda gelip yüzüne tükürse, tebessüm ederek yoluna devâm mı edersin?

Neden adama kızalım ki, kaderinde yazdığı için yapıyor!

Ya da arkadaşlarınla birlikte sohbet ederken yeni aldığın telefonunu biri çaldı.

Ne yaparsın?

Kaderinde yazdığı için çaldı, onun bir suçu yok deyip yeni bir telefon daha mı alırsın?

Elbette bunların hepsinden dâvâcı olursun..

Eğer suâldeki gibi yanlıış bir telakkî (anlayış, idrâk) hakîkat ve gerçek olsa idi, o vakit Peygamberimiz de (aleyhi’s-salâtu ve’s-Selâm) suçluları cezâlandırmazdı, mahkemelere de gerek olmaz dı zirâ, hepsinin kaderinde yazılmış, suçlular ne yapsın!

Elbette böyle değil ve böyle olmadığını da farkettiniz..

Hepimiz irâdelerimizi kullanmakta hür ve serbest olduğumuz gibi, iyiyi ve kötüyü de iyi biliyor, güzeli ve çirkini de ayırt edebiliyoruz. Bir çocuğun başını okşamak ile öldürmenin, helâlinden kazanmak ile haram yoldan kazanmanın, yalan söylemek ile doğru olmanın, iffetli olmak ile ahlâksız olmanın, güzel söz söylemek ile küfür etmenin hangisinin iyi ve hayırlı, hangisinin çirkin ve kötü olduğunu çok iyi biliyoruz. Ve bunlar arasındaki seçimlerimizi hür irâdemiz ile yapıyor ve kendi sonumuzu da kendi ellerimizle hazırlıyoruz..

Bu yüzden Cenâb-ı Hakk Yûnus Sûresi, 4.âyette şöyle buyurmuştur:

اِنَّ اللّٰهَ لَا يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْـًٔا وَلٰكِنَّ النَّاسَ اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ

Meâlen: “Şüphesiz ki Allah, insânlara hiçbir şekilde zulmetmez; fakat insânlar kendilerine zulmederler.”

Evet Allah’ın rahmeti geniştir ve bağışlamayı, affetmeyi sever. Bizler de affedilmeye lâyık olursak..