Gıybet mes’elesini icmâlen hatırlayalım: İnsânlar hakkında ya müsbet (olumlu) veya menfî (olumsuz) konuşmalar yapılır. Müsbet olan, o kişinin hakkında güzel konuşmak, güzel hasletlerini dile getirmektir ki, bunda bir beis (sakınca, zarâr) yok. Menfî olana gelince ise, burada iki husûs var.
Birincisi: Gıyâbında konuşulan (orada hazır bulunmayan) kişinin kötü sıfatları ve amelleri bir başkasına anlatılırsa bu ‘gıybet’ olur. Eğer o kişi hakkında söylenenler doğru olsalar dahi, bunu dillendirmenin ve başkalarına nakletmenin adı gıybettir.
İkincisi: Gıyâbında konuşulan kişinin yapmadığı şeyleri ona isnâd ederek (yapmış/yapıyor gibi) söylemektir. Hakîkatte olmadığı halde, o kişiye karşı çirkin/kötü şeyleri isnâd ederek konuşmak; ya onun hakkında yalan söylemek ile olur, ya da başkasından duyduğunun doğruluğunu teyît etmeden o kişiye isnâd ederek aktarmak ile olur.
Her nasıl olursa olsun bu hem gıybettir, hem de iftirâ etmektir çünki yapmadığı şeyleri ona isnâd ediyor, yapmış/yapıyor gibi anlatıyor.
Risâle-i Nûr’da, 22.Mektûb’da gıybet ta’rifi şöyle yazılmış:
“Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hâzır olsa idi ve işitse idi, kerâhet edip (hoşlanmayıp) darılacaktı. Eğer doğru dese, zâten gıybettir. Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftirâdır. İki katlı çirkin bir günâhtır.” Hem Peygamberimiz (aleyhissalâtu ve’s-Selâm) buyurmuş ki: “Gıybet, kardeşini hoşlanmadığı bir şeyi ile hatırlayıp konuşmandır.” (Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Birr ve’s-Sıla, Sünen-i Dârimî, Kitabu’r-Rikâk)
Başta hadis-i şerîf olmak üzere gıybetin bu ta’rîfi üzerinden şu sözleri işitiyoruz: “Gıybet, kardeşinin hoşuna gitmeyecek şekilde onun hakkında konuşmandır ancak; eğer o bundan rahatsız olmuyorsa, önemsemiyorsa bu gıybet değildir.“ Ve cümle burada bitirilince, bunun yapılabileceğine dâir bir anlayış ortaya çıkıyor ve nitekim de bu nev’de sorular alıyoruz.
Bu yaklaşımı üç yönüyle ele alalım. Birincisi: Hakkında olumsuz şeylerini anlatacağımız kişinin, öncesinde haberi ve rızâsı var mı? İkincisi: O kişinin bundan haberi yok fakat bunu sorun etmez ve önemsemez diye mi düşünüyoruz? Üçüncüsü: O kişi bunu sorun etmiyor olsa dahi, yaptığımız böyle bir işi İslâm veya ahlâk kabûl eder mi?
Önce ikincisi üzerinden ilerleyelim: ‘Bunu sorun etmez, önemsemez’ diye düşünerek karşı tarafın rızâsını öncelemediğimizde, hiç tahmîn etmediğimiz olası aksi bir durum karşısında, kendimizi gıybet günâhının içine düşmüş buluruz. Hem helâllik istemek mecbûriyetinde kalacağımız gibi, söylediklerimizin hangi kulaklara girip çıktığını da bilemeyebiliriz.
Bunun mes’ûliyetine girmemek ve gıybet gibi bir günâha karşı azamî temkînle hareket etmek daha selâmetli ve isâbetli olandır.
Eğer önceden izni ve müsaadesi olsa…
Burada Birinci ve Üçüncü yönü birleştirerek devâm edelim. Arkadaşımızın, kardeşimizin iznini ve rızâsını aldık ve bir maslahâta binâen yâni; ya kendisine yardımcı olmak için veya anlattığımız kişiye yardım etmek maksadıyla onun kötü sıfatlarını ‘pek dâr bir dâirede ve kontrollü bir tarzda’ anlatıyoruz, aktarıyoruz. Zâten böyle birşeye teşebbüsün bunlar dışında akl-ı selîm bir sebebi görünmüyor.
Ammâ velâkin, o kardeşimizin rızâsı olsa dahi bir maslahâta isnâd etmeyen böylesi bir teşebbüs; hem mânâsız, hem lüzûmsuz, hem faydasız olup, birçok sakıncaları da ihtivâ eder meselâ; başkalarının yanlışlarını konuşmanın toplum içinde ve insânlar arasında normalleşmesinin önünü açmak, hem o kardeşimizin ileride pişmân olabileceği yanlış amellerinin ve fiillerinin yayılmasına sebeb olmak, hem “Her kim gıyâbında kardeşinin kusûrlarını söyletmezse, kıyâmet gününde Allah da onun kusûrlarını örtmeyi tekeffül eder (kefîl olur, üzerine alır)” (İbn Ebi’d-Dünyâ) hadisinin de gereği ile, söyletmeyene verilen mükâfâta mukâbil, elbette söylemeyenin de ecrînden mahrûm kalmak, hem “Müslümân, Müslümân’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikeye atmaz. (…) Kim de bir Müslümân’ın kusurunu kapatırsa, Allah’ta onun kıyâmet gününde bir kusûrunu gizler.” (Sünen-i Ebû Dâvûd, Kitâbu’l-Edeb) hadisinin de ikâz ve ihtârına riâyet etmemiş olmak, hem istikbâlde ihtimâldir ki o kardeşimizin aleyhine bunları isti’mâl edebilecek insânların çıkmasına sebeb olmak veya bir işinin bozulmasına kapı açmak, hem zamân içinde habbenin kubbeye dönüşebilmesi, hem o kardeşimiz hakkında sâfi düşünenlerin kafasına ve kalblerine bunu şırınga etmiş olmak gibi çok cihetlerle hayât-ı içtimâiyye zarâr olabilecek ve genellikle olduğunu da tecrûbelerimizle gördüğümüz bu tür amellere girmemek ve kardeşimizi şefkât ile muhâfazaya çalışmak lâzımdır kanaatindeyim.
Bu vesîle ile, gıybetin câiz olduğu yerleri de makâm münâsebetiyle buraya kaydedip, bitirelim:
“Gıybet, mahsûs birkaç maddede câiz olabilir:
Birisi: Şekvâ sûretinde bir vazîfedâr adama der, tâ yardım edip o münkeri, o kabahâti ondan izâle etsin ve hakkını ondan alsın.
Birisi de: Bir adam onunla teşrîk-i mesâî etmek ister. Senin ile meşveret eder. Sen de sırf maslahât için garâzsız olarak, meşveretin hakkını edâ etmek için desen: ‘Onun ile teşrîk-i mesâî etme. Çünki zarâr göreceksin.’
Birisi de: Maksadı, tahkîr ve teşhîr değil; belki maksadı, ta’rîf ve tanıttırmak için dese: ‘O topal ve serserî adam filan yere gitti.’
Birisi de: O gıybet edilen adâm fâsık-ı mütecâhirdir. Yâni fenâlıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiâtla iftihâr ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor, sıkılmayarak âşikâre bir sûrette işliyor.
İşte bu mahsûs maddelerde garâzsız ve sırf hak ve maslahât için gıybet câiz olabilir. Yoksa gıybet, nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a’mâl-i sâlihâyı yer bitirir.
Eğer gıybet etti veyâhut isteyerek dinledi; o vakit اَللّٰهُمَّ اغْفِرْلَنَا وَ لِمَنِ اغْتَبْنَاهُ (Allah’ım, bize ve gıybetini ettiğimiz zâtı mağfiret et) demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, ‘Beni helâl et’ demeli.” (Yirmiikinci Mektûb, Hâtime, Gıybet Hakkındadır.)
Selâmet ve hayır ile kalınız..