Ay’ın yarılma hadisesini o zaman da yaşayanlar gördü, şahid oldu fakat biz göremedik. Bu bir eşitsizlik değil mi?

Suâlden şunun kastedildiğini anlıyorum; O zamânda yaşayanlar, ay’ın yarılması (şakk-ı kamer) mu’cizesini gördüler ve bu mu’cizeye tanık oldular, îmân etmede ayrıcalık yaşadılar  fakat sonra gelen insânlar ve bizler bu mu’cizeyi göremediğimiz için böyle bir ayrıcalığa sâhip olamadık. Onlara gösterilen mu’cizeleri bizler de görebilseydik daha adâletli olmaz mıydı?

Mümkün mertebe kısa bir şekilde ve Risâle-i Nûr eserlerinden aldığımız istifâde ile cevâb vermeye gayret edelim..


Öncelikle şunu ifâde edelim; ay’ın yarılması (şakk-ı kamer) mu’cizesi vuku’ bulduğunda herkes bu mu’cizeyi görmedi ve görenlerin de tamâmı îmân etmedi.

Dünyânın dört bir yanında yaşayan insânların aynı anda bu mu’cizeyi görebilmeleri elbette mümkün değildir meselâ: dünyânın bir tarafı gündüz iken, diğer tarafı akşam ve bir kısmında hava açık iken, başka yerlerinde bulutlu ve bâzı insânlar uyanık iken, bâzıları uykuda ve bâzıları dışarıda iken, bâzıları hânesinde (evinde) ve hâsılı; her zamân mu’cizeleri görenler az, görmeyenler ziyâde (fazla) olacaktır.

Hem o mu’cizeyi bizim de görebilmemiz için ya o zamânda ve o beldede (köy veya şehir) yaşamış olup,  mu’cizeyi görebilenlerden biri olmamız lâzım, ya da o mu’cizenin günümüze kadar devâm etmesi gerekir idi ki; herkes görebilsin.

Eğer kıyâmete kadar gelecek bütün insânlığın görebileceği tarzda ‘ay öylece ikiye yarılmış olarak kalsa idi’, bu da başka problemlere neden olurdu. Birincisi: Ay’ın sürekli ayrılmış olarak fezâda (uzay) durmasına binlerce yıl içinde şâhîd olan insânlar, buna ülfet ederler (alışırlar) ve zamânla bunu bir mu’cize olarak değil de, tabii ve sıradan bir durum olarak görmeye başlarlardı. Nitekim, şu zemîn yüzünde (yeryüzünde) öyle şeyler oluyor ve mevcûdât (varlıklar) üzerinde öyle hâdiseler vuku’ buluyor ve şu mahlûkât öyle acip bir tarzda yaratılıyor, bâtını (içi: organları, damarları, sinir sistemi, iskelet yapısı, kasları vb.) ve zâhiri (dışı: derisi, yüz şekli, saçları, omuz yapısı ve ayakları, kolları, sırtı vb.) ile şekillendiriliyor ve rızklandırılıyor ki (her canlının rızkı ayrı ayrı onlara veriliyor, küçük yavrular ise memeler musluğundan beslettiriliyor vb.); nihâyetsiz hikmetler ve bir cihette mu’cîzeler gözümüz önünde vuku’ bulduğu halde, insânoğlunun bir çoğu bunları tabii ve sıradan hâdiseler olarak görüyor. İkincisi: Eğer ‘ay öylece dâimi kalsa idi’, bâzı insânlar da îmân etmeye mecbûr kalırlardı çünkü gözlerinin önünde bir mu’cize duruyor. İşte o zamân imtihân sırrı ortadan kalkardı ve gerçekten iyi olan ve iyi işler yapacak olan insânlarla, böyle olmayanlar birbirinden ayırt edilemezdi, ikisi bir seviye ve makâmda olurdu.

Ay’ın yarılmasına belki şâhîd olamadık fakat Allah’ın nice mu’cizelerini görebileceğimiz mikroskoplarımız ve teleskoplarımız ve fennî gelişmelerimiz ve kâinâtı okuyabilecek gözlerimiz ve mütalaa edebilecek akıllarımız var. Meselâ:

“Herbir çiçekte, herbir meyvede bir mîzân var. Ve o mîzân, bir intizâm içinde.. ve o intizâm, tazelenen bir tanzîm ve tevzîn içinde.. ve o tevzîn ve tanzîm, bir zînet ve san’at içinde.. ve o zînet ve san’at, mânidâr kokular ve hikmetli tatlar içinde bulunduğundan; herbir çiçek, o ağacın çiçekleri adedince Hakem-i Zülcelâl’e işâretler ediyor. (…) Bunlara kıyasen yüzer fennin herbirisinin kat’î şehâdetiyle, noksansız bir intizâm-ı ekmel içinde hadsîz hikmetler, maslahâtlarla bu kâinat tezyîn edilmiştir. Ve o hârika ve ihâtâlı hikmetle, mecmû-u kâinata verdiği intizâm ve hikmetleri, en küçük bir zîhayât ve bir çekirdekte küçük bir mikyasta dercetmiştir.

e mâlûm ve bedîhîdir ki; intizâm ile gâyeleri ve hikmetleri ve fâideleri tâkib etmek; ihtiyâr ile, irâde ile, kasd ile, meşiet ile olabilir; başka olamaz. İhtiyârsız, irâdesiz, kasıdsız, şuûrsuz esbâb ve tabîatın işi olmadığı gibi, müdâhaleleri dahi olamaz. Demek bu kâinâtın bütün mevcûdâtındaki hadsîz intizâmât ve hikmetleriyle iktizâ ettikleri ve gösterdikleri bir Fâil-i Muhtâr’ı, bir Sâni’-i Hakîm’i bilmemek veya inkâr etmek, ne kadar acib bir cehâlet ve divânelik olduğu ta’rîf edilmez.” (Risâle-i Nûr, Lem’alâr, 30.Lem’a)

Ve yalan olması mümkün olmayan kat’iyyet (tevâtür) ile bize intikâl eden mu’cizeleri, illâ göz ile görmeye de ihtiyâç olmaması lâzım. Hem ayrıca, Kur’ân-ı Azimü’ş-şân’ın daha şimdilerde yeni yeni anlaşılan ve insânı hayrette bırakan nice âyetleri de var ki; Kur’ân’ın hakk bir kitap olduğunu ve ancak bu kâinâtı herşeyi ile bilen ve zamândan ve mekândan münezzeh bir Yaratıcının sözleri olduğunu gösteriyor. Evet, Kur’ânın şimdiki asırda ortaya çıkan nice mu’cizeleri var ki, bu mu’cizeleri de o dönemlerde yaşayanlar göremedi – bilemedi, şimdi bizler şâhîd oluyoruz.


Adâletsizlik veya eşitsizlik düşüncesine gelirsek; acaba adâletsiz bir durum var mı? Bir parça da bunu mütalaa edelim. Adâletsizlikten veya eşitsizlikten bahsedebilmek için hak sâhiplerinin hakkının verilmemesi lâzım gelir.. Ya böyle bir durum yok ise? Meselâ, bir seminer gösterimi için adamın biri sokakta bâzı insânlara giriş bileti hediye etse, başka insânlar diyemez ki “bize niye bilet hediye etmedi, bu adâletsizlik veya eşitsizlik değil mi?

Bunu iddiâ edecek olanın ‘hangi hakkı var’ veya ‘ne hakkı var ki’ hak dâvâ edebilsin. Çünki, o biletleri dağıtan adam istediği kişiye bilet hediye edebilir, istemediğine de hediye etmez. Biletler ücretli olmadığından ve kimse de o biletleri ‘öncesinde almaya hak kazanmış’ bulunmadığından, hakkları yok ki “bize vermedin, adâletsizlik ettin” desinler. Aynen bunun gibi, Cenâb-ı Hakk da Peygamberleri hayâtta iken, dilediği zamânda mu’cizelerini açık bir şekilde gösterir. Evet, Allah her işini, icraatını hikmetli yapar, abes iş yapmaz ve her kuluna ayrı ayrı ihsânlarda bulunur ve hiçbir kulunu unutmaz ve herkesi kendi şartlarında imtihân eder.

Hem açık bir şekilde mu’cize gördüğü halde buna inanmayanın hâli çok daha ağırdır. Mu’cize görmek, insânı ağır bir mes’ûliyete sokar meselâ; bir adam açık bir şekilde melekleri görse ve sonra inkâra sapsa ve dâire-i îmân’dan çıksa, o adamın âhiretteki vaziyeti çok elîmdir. Affa müstehâk (lâyık) değildir.

Son bir husûs ise: Mu’cîzelerin gösteriliş gâye ve maksâdları vardır. Bunlardan birisi de, Peygamberlerin, Peygamber olduklarının isbâtı içindir. Toplum içinde birinin ‘ben Peygamberim’ diyerek kabûl görmesi kolay değildir. Ve Peygamber olduğunu iddiâ edenin, iddiâsını isbât etmesi beklenir. Buna binâen, Allah tarafından Peygamber eliyle bâzı mu’cizeler gösterilir. Şakk-ı kamer mu’cizesi de birçok mu’cizeden birisidir. Hem elimizde hiçbir beşerin (insânın) yazamayacağı mukaddes kitabımız Kur’ân vardır ve Kur’ân, başlı başına bir mu’cizedir. O mu’cizeleri bulup çıkarabilmek ve insânlığa anlatabilmek duâsı ile.. Âmîn..