Öncelikle şunu çok iyi bilmemiz ve anlamamız lâzımdır. Tefsîrler, vahiy değildir. Kur’ân’ın metni vahiydir. Vahiy olmayan herşeyde eksiklik, nâkıslık olabilir çünki, insâna bakıyor. Tefsîrler, Kur’ân’daki âyetleri izâh etmeye çalışan açıklamalardır. Yâni tefsîrleri yazanlar; birer ilim adamıdırlar, âlimdirler ancak Peygamber değillerdir. Hâliyle, Kur’ân’ı okuduklarında, anladıklarını – anlayabildiklerini yazarlar.
Ve bunu yazarken, sâir (diğer) ilimlerden faydalanırlar. Çok iyi derecede Arapça bilirler, Arap edebiyâtını ve şiirlerini pek iyi bilirler, Hadislere vukûfiyetleri çok yüksektir (çok iyi bilirler), belâgât ilmini iyi bilirler, Kur’ân’ın bütününe olan vukûfiyetleri yüksektir…. Bütün bunlara rağmen tefsîrlerde yanlış varsa, tefsîri yapan şahısla ilgilidir, Kur’ân-ı Kerîm ile ilgili değil. Bu durum Kur’ân’ı yanlış yapmaz, tefsîri yazan kişinin o âyet hakkındaki açıklamasını yanlış yapar.
Tefsîr âlimleri, bâzı âyetleri yorumlarken elbette kendi asırlarına kadar olan fennî gelişmelerin de kazandırdığı perspektifle bakarlar ve aralarında bağlantı kurârlar. Fakat, şimdiki gibi evren ve uzay hakkındaki teoriler, bilgiler yâhûd Hubble teleskopu ile alınan fotoğraflar, gözlemler onların zamânında bu derece ve kuvvette olmadığı için, elbette kendi zamânlarındaki fennî bilgilerin (bilimsel bilgilerin) ışığında ilgili âyetleri izâh edeceklerdir.
Ve bu nedenle de, yıllar geçtikçe, Kur’ân’daki bilimle ilgili olabilecek âyetlerin, yeni fennî ve bilimsel bilgilerle, gözlemlerle ve gelişmelerle hakîkatinin daha iyi ve doğru anlaşılması mümkündür.
Ancak bu şu demek değildir; eski tefsîrlere i’tibâr edilmez!. Hayır, bu büyük yanlış olur zirâ Kur’ân-ı Kerîm içinde yalnızca bilimsel/fennî âyetler yok, akâide (inanç) dâir, ibâdetlere dâir, ahlâka dâir, muâmelâta dâir, adâlete dâir ve esâsât-ı îmâniye’ye dâir (Allah’ın tek ve bir oluşu, Peygamberlik makâmı, Mukaddes kitaplar, âhiret ve haşîr, melekler ve Cennet ve Cehennem gibi…) birçok âyet vardır ve geçmiş ümmetlerin ve kavimlerin yaşadıkları hâdisâttan bahisler vardır ve bunları tefsîr âlimleri, Arapça ilmi ve hadislerin de ışığında tefsîr ederler, izâh edip açıklarlar.
Hem, âyette zikredilen “سماء” (semâ) kelimesinin anlamları çoktur: Gök, Gökyüzü, Semâ, Hava, Bulut(lar), Yağmur, Yağmurla ortaya çıkan otlar (zemîn), Uzay, Fezâ.
İşte tefsîr âlimleri, bütün bu mânâlar içinden, önceki ve sonraki âyetlerin de bütünlüğü içinde düşünerek ve Kur’ân-ı Kerîm’in başka başka âyetlerinde de bu âyete işâret olup olmadığına da dikkat ederek izâhlarda ve açıklamalarda bulunurlar.
Ayrıca, Zâriyât Sûresi 47.âyetteki ‘göğün/evrenin genişlemesini’ bizim şimdiki anladığımız mânâsında da nazara veren (dikkatimize sunan) tefsîrler de vardır meselâ; Beydâvî, Ebu’s-Suud, ez-Zâdu’l-Mesîr, Kurtûbî (de kısmen), Rûhu’l-Beyân, Elmalılı Tefsîrî bunlardan bâzılarıdır.
Elbette bugünkü fennin/bilimin bize kazandırdığı yeni vizyonlarla, bilgilerle, mukaddes kitabımız Kur’ân’daki bâzı âyetlerin kasteddiği mânâların izâhlarını güncelleyebiliriz, genişletebiliriz ve Kur’ân’ın her asra ve her hâdiseye (olay, vaka’) nasıl baktığını ve ondört küsür asır önceden günümüze kadar nasıl gençliğini muhâfaza ettiğini ortaya koyabiliriz.
Ondört asır öncesinde nâzil olan (inen) Kur’ân’ın, bâzı mânâlarının günümüzde daha iyi anlaşılıyor olması, onun bir beşer (insân) kelâmı olmadığını, bütün bu kâinâtın sâhibi ve mâliki olan Allah’ın kelâmı olduğunu da isbât eder çünki, bütün asırları görebilen ve bütün asırlarda cereyân edecek (vuku’ bulacak, yaşanılacak olan) bilen bir Zât’ın sözü ve kelâmı olduğunu da isbât etmiş olur.